A2-1

İLK GÜNLER



Gece Dilekçeleri' nde paylaştığım, 14 senelik devletle hukûki mücadelemin bu aşamasında, sayısını unuttuğum - yüzden fazla, savcı karşısına polis zoruyla götürülmeden sonra, savcının mahkemeye sevki ile kendimi duruşma salonu yerine hakimin odasında kurulan ODA MAHKEMESİNDE buldum:

                                                                                                          
Baro tarafından görevlendirilen avukatım hanımefendiye: "Sen şurada dur", bana da: "Sen de şurada dur" diyen hakim beyin hemen yanında smitt wesson tabancasını gösteren güvenlik görevlisi oturmuştu. Toplam iki dakika bile sürmeyen ODA DURUŞMASI sonrasında: "Bir yıldan dört yıla kadar tutuklanmasına" kararını yazdıran hakim beyin suratı oldukça asık ve kararından emindi. "Eyvallah" deyip çıktım odadan. İlk defa karşılaştığım bu durum karşısında karmaşık duygular içindeydim. Cezaevine sevk için gelen iki polis memuru işlemlerim sürünceye kadar sürekli yanımda duruyordu. Avukatımı bir daha göremedim, kendisiyle konuşamadım da... Sigara arası için adliye önünde görevli polis memuru beyle bir saate yakın sohbet ettik. Polis memurunun aklımda kalan cümlesi: "Türke boyun eğdiremezler" olmuştu. Kendisine: "Sıkıntı yok" dediğim için böyle bir cümle kurmuş olmalı diye düşünüyorum. Parmağındaki İYİ damgalı yüzüğü göstererek: "Döndürüp dolaştırıp sizi de içeri atmasınlar sonra" deyince, o da "sıkıntı yok" demişti. Bu arada Tokat Adliyesinin önünde göbeğini iterek geçen MHP Tokat Belediyesi Meclisi Üyesi avukat lavuğu göstererek: "Sorsan Türk - İslamcıdır, namussuzun önde gideni" dediğimde tuhaflaşmıştı. Lavuğun hikâyesini yazsam şimdi konumuz dağılır fakat hatırlatırsanız onu da uzun uzun yazmak isterim.

Neyse, işlemlerim tamamlandıktan sonra iki polis memuru eşliğinde polis aracına bindirilerek eve doğru yol almaya başladık. Tanıdık yüzlerdi araçtaki polis memurları... Eve gelince haliyle bir karmaşa ve telaş yaşandı. Bir an önce kıyafetlerimi ve cezaevinde lazım olabileceğini düşündüğüm bir kaç parça eşyamı el çantama dolduruyordum. Annem, babam ve kardeşim olup biteni anlamaya çalışıyor telaş arasında bir şeyler soruyorlardı fakat "yapacak bir şey yok" diyerek bir an önce evden çıkmak istiyordum. Diyabet hastası olduğum için en önemli ihtiyacım ilaçlarımdı. İğnelerimi dolapta unutup çıktık evden. Kapının önünde üst araması yapıldıktan sonra araca bindirildim. Daha sonra annem o sahneyi hatırlatıp ne kadar üzüldüğünden bahsedecekti. İstikametimiz Tokat Kapalı Cezaevi iken iğnelerimi evde unuttuğum için dönmek zorunda kaldık. "Kusura bakmayın, iğnelerimi unutmuşum, dönüp almamız mümkün mü" soruma sessizce başlarını sallayarak cevap veren polis memurları şöfore "dönüp, alalım" dediler. Evin önüne gelince birinci kattaki evimizin penceresinden iğnelerimi almaları on beş dakika kadar sürdü. Telaş devam ediyordu.

Neyse, yeniden yola koyulduk. Yarım saat kadar sonra cezaevinin demir kapısının önündeydik. Kapı açıldı. Hemen sağdaki jandarma kontrol kabininden giriş işlemim yapıldıktan sonra cep telefonumu kapatmamı istediler. Yani cep telefonum henüz yanımdaydı. Polis eşliğinde cezaevi girişine kadar götürüldükten sonra gardiyanlara teslim edildim. Çantam ve üzerimdeki eşyaların dökümü alındı. İçeri sokamayacağım eşyalarım ayrılıp, kaydedildikten sonra kargo ile geri gönderilmek üzere ayrıldılar. Daha sonra kimlik tespiti, parmak ucu ve el izlerim alındıktan sonra meşhur Çamlıbel Cezaevinin en içine doğru girebilmek için X-Raydan eşyalarım geçirildi.

Evet, artık cezaevinin içindeydim. İki gardiyanın yol göstermesi ile yürüyerek koğuşuma doğru gidiyorduk. Gözüm hiçbir şey görmüyor sadece buğulu bir zaman tünelinde uçar gibi gideceğim yere gidiyordum. Demir kapılar ardı ardına açılıp kapanıyordu. Kısa bir yürüyüşten sonra koğuş kapımın önündeydim, içerde neler vardı, nasıl bir yerdi, orada neler olacaktı, kimlerle tanışacaktım gibi sorular zihnimde dans edip dururken birbirine çarpıyordu sürekli...

A2-1 koğuşunun alt katı oturma salonu düzeninde oluşturulmuş girişin hemen karşısında mutfak lavabosu, onun üstünde mutfak dolabı, tezgahın solunda çay semâveri, altında küçük bir buzdolabı ve üç plastik masa etrafına dizilmiş platik sandalyelerin çevresinde oturan veya ayakta duran yeni arkadaşlarım, tam karşıdında havalandırmaya açılan pencere ve pencerenin yanında demir kapı görünüyordu. "Geçmiş olsun" cümleleri havada uçuşuyordu. "Hoşgeldin, neden geldin, açlığın var mı, çay içer misin, yaşın kaç, mesleğin ne, nerelisin" cümleleriyle şarhoşa dönmüş beynim durmuştu zaten. "Ekmek arası bir şey olursa iyi olur, sabahtan beri bir şey yemedim, açım, teşekkür ederim" filan gibi bir şeyler söyledim. Girişin sağındaki masanın kıyısına oturduk. Sırtım duvara dönüktü. Duvarda asılı televizyondan daha sonra da günlerce dinleyeceğim arabesk, fantazi müzik yayını yapan televizyon kanalının yüksek sesi biraz kısıldı benim için... Mehmet Ali ilgilendi ilk önce. İnsülin iğnelerimi buz dolabına yerleştirdi. Elimde taşıdığım kıyafetlerimi alıp bir çöp poşetinin içine koydu. O gün günlerden banyo günüymüş. Cezaevinde pazartesi - perşembe banyo, çarşamba kantin, salı telefon günleriydi düzenli olarak... "Banyoya girmek ister misin" dediler, "istemem" dedim. Ne havlum vardı, ne de şampuan, saç kremi, jöle, traş malzemesi v.s. İlk gelenlerin kantin yazma imkanı olduğu için eksiklerimi o akşam yazdım.



 
İlk günün ilk akşamında bütün masaları birer birer dolaşmış ve herkesten cezaevi ve cezaevinde yaşama dair bilgiler toplamaya çalışmıştım. Saymadığım dördüncü masa, merdiven altında kalan Diyarbakırlıların masasıydı. O masa televizyon izlemeyen, muhabbetlere fazla katılmayan, sorulursa söyleyenlerin masasıydı. Uğur / Diyarbakır Ankara' da 30 kilogram uyuşturucu yakalanması suçlamasıyla kendisini cezaevinde bulmuş, en fazla cezaevi tecrübesi olan arkadaşlardan bir tanesiydi. Ömrünün çoğu cezaevlerinde geçen Uğur: "Ağabey, burada çizgini koruyacaksın ve kimsenin ne geçmesine ne de başkasının çizgisini geçmemeye dikkat edeceksin" demişti. Daha sonraki günlerde Diyarbakır Cezaevinden o kadar çok anı anlattı ki yeri geldikçe onlara da değineceğim. Kantinim gelmediği için zorunlu sigara otlakçısı durumuna da düşmüş sırf o yüzden suratların ekşimesine sebep olup bir kaç tanesinden fırça da yemiştim. Genellikle, "biz sigaralarımızı yukarda dolaplarımızda tutar aşağı indikçe içeceğimiz kadar indirir ve kimseden sigara istemeyiz" demiştiler. Sağolsun Uğur 5 dal sigara indirip, "bu gecelik bunlarla idare et, yarın zaten kendi sigaranı içersin" demişti.

Koğuşun en kıdemlisi Muhammet / İstanbul 13 seneden beri cezaevinde yatan - gerçek anlamda yatan, gününün neredeyse 24 saatini yatağında geçiren bir arkadaşımdı. Kimseyle konuşmaz, merdiven altı Diyarbakırlıların masasına geceleri takılır, tütününü sarar, gündüz yemeklerinden kendine ayrılan payını yer, sigarasını kahvesini içer ve yine sevgili yatağına dönerdi. Son günlerime yakın bir sabah buz dolabından salamının yendiğini görünce deliye dönmüş: "Ben kendime zor bakıyorum" diye bağırarak tezgahta kırdığı çay bardağıyla suratını kesmişti gözümün önünde. Neredeyse gözü çıkacaktı. Kesik demişken girişte görevli memurların da sorduğu gibi benim vücudumda ne bir kesik ne de dövme yoktu, nasıl yapıldığını da bilmezdim fakat arkadaşlarımın tümünde dövme olduğu gibi yine tümünde kesik doluydu. Yeri geldikçe kesik ve dövmelerin hikayelerini de anlatacağım. Yapılıp üzeri yeniden dövülen dövmelerden, bütün vücudu kaplayan dövmelere kadar bi dolu dövme hikâyesi. Zannettiğiniz gibi dövmecide yaptırılmış dövmeler değil bunlar. Hapishane dövmeleri. Çaybardağı, jilet, kül gibi cezaevi malzemeleri ile yapılmış dövmeler ve bazıları sanat eseri kıvamında... Bir örnek vermem gerekirse Gökhan / Tokat koğuşumuzun ikinci derece kıdemlilerinden bir arkadaşımdı. On bir seneden beri mahkum olan Gökhan' ın ayağına yaptırdığı ejderha dövmesini herkesin görmesini isterim. Gerçek bir sanat eseri...

Tanışmalara devam ederken koğuş sorumlumuzun da tavsiye ettiği Müjdat Bey Ankara / Sincan' da Aile ve Çalışma Bakanlığı bünyesinde faaliyet yürüten bir derneğin sözleşmeli personli olarak görev yaparken kaymakam ile sürtüşüp kendisini cezaevinde bulduğundan bahsediyordu. Bir kavga sırasında kendisini aşağı atmış ve "beni bu manyakların arasına sokan kaymakam senin ananı, avradını sikeyim" diye feryat ediyordu. Gördüğüm en sakin insanlardan birisi olan Müjdat Bey düzenli kitap okuması, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmaması, gazeteleri ilk okuyan olması, patronlar masası dediğim pencerenin önündeki ve dolayısıyla kaloriferin de önünde duran masada mekânı - sandalyesi olan yine patron, gazinocu, cinayetten giren Ahmet Ağabey' le kanki bir beyefendiydi. Günlük traşını olur ben bildim bileli top sakal bırakırdı ve bıyıkları ağzının içine kadar sarkardı. Sırf bu yüzden diğer koğuş müdâvimlerinin bazıları tarafından gıcık alınan hatta dedikodusu yapılan bir ağabeyimizdi. Müjdat Bey evrakta sahtecilik, dolandırıcılık, devleti zarar uğratmak gibi suçlardan 24 yıl hapis cezasına çarptırılmış, istinah (bölge) mahkemesinden gelecek yanıtı bekliyordu. Mahkeme demişken ilkokul mezunu bile olmayan tutuklu ve hükümlülerin neredeyse tamamı kendi dosyaları sebebiyle baya bi yeni mezun avukat kadar hukuk bilgisine sahip olmuş birbirlerine de hukuki danışmanlık hizmeti veriyordular. Televizyondan yeni çıkacak yasaları, Meclis Televizyonunu filan da izliyordular müzik dışında...

İlk girişte renk vermeyen koğuş sorumlumuz Kadir / İzmir aradan dört - beş saat filan geçtikten sonra, beni de iyice takip edip "Ağabey, gel bir iki dakika konuşalım" diyerek masasına (patronlar masası) davet etti. O davet edince herkes masayı boşalttı. Televizyonun sesi kısıldı. Kısık bir sesle: "Gördüğüm kadarıyla beyefendi bir ağabeyimize benziyorsun, mütevazi bir insansın. Burası cezaevidir. Buranın kendine göre kuralları vardır. Ne askeriyeye benzer ne de başka bir yere. Bizim bir meydancımız vardır ve koğuşun temizliğinden ve saire o sorumludur. Aylık ortalama elli lira orta masrafımız olur, kişi başı. Herhangi bir soru veya sorunun olduğunda bana sor. Mehmet Ali ile Müjdat Ağabey sana uyarlar. Müjdat Bey zaten dernek başkanlığı yapmış bir ağabeyimizdir" türünden hoşgeldin cümlelerini kulağıma eğilere söyledi. Söylerken rajon konuşuyor, kelimelerin ve harflerin üzerine baya bir bastırıyordu. Kendisinin sekiz seneden beri cezaevinde olduğundan da bahsetti. "Eyvallah" deyip kalktım yanından fakat Kadir' in takibi çıkıncaya kadar üzerimdeydi. Hissettirdiği gibi söyledi de çoğu zaman. "Ben kimseyi takip etmem ama seni takip ediyorum" dedi. Ben de kendimce ona bazı bildiklerimi söylemeye çalıştım fakat "burası cezaevi başka yere benzemez" deyip otoritesini sürekli gösteriyor, rajon konuşturuyordu. Öyle olmasa da oradaki kesik, mahkum, tutuklu ve daha bi dolu sorunlu kişiye söz anlatması imkansızdı sanırım. Yani demem o ki: "Medyadan takip edebildiğimiz kadarıyla cezaevine girip kitap yazan, yazdıran devlet memurları, askerler, politikacılar, yazar çizer takımı, Ergenekoncular, Balyozcular, FETÖ' CÜLER..." bahsettiklerimden ve bahsedeceklerimden hiçbirini ne gördü ne de duydular. Onlar kendilerine has koğuşlarında kendileri gibi insanlarla birlikte yaşadılar. Oysa benim anlattıklarım ve anlatacaklarım GERÇEK cezaevi hikayeleridir.

Türkiyemizde reyting rekorları kıran, izleyiciyi ekran başına toplayan, ağır ağabey ve ağır abla, çılgın Karadeniz uşakları, mafya kabadayıları, derin devletin derin kahramanları, gün geçtikçe trendi yükselen diziler filan var ya tamamı baştan sona şaçmalıktan, yalandan, cezaevi sömürüsünden, acıların istismarından öte bir bok olmadıkları gibi toplumu gittikçe dejenere eden birer yıkım projeleridir aslına bakarsanız. Cezaevi öyle anlatıldığı gibi bir yer olmadığı gibi hiçbir zaman da olmadı kanımca. Anlatılamayan şeylerdir cezaevinde olup bitenler. Yaşayanlar bile bir an önce unutup kurtulmak ister. Unutmaz / unutamazsanız rüyalarınıza girmeye devam edecek ve hayatınızı ipotek altına alacaktır. Asıl ceza hâkimin verdiği ceza değil içerde başlar. Üç sene ceza alıp cezaevinde cezası 25 seneye çıkan insanlar tanıdım. Koğuşta barınamadığı için koğuş değiştirmek zorunda kalan değil cezaevi değiştirmek zorunda kalan insanlar tanıdım. Yatağında bile rahat edemeyen, öldürülme korkusuyla tir tir titreyen insanlar tanıdım. Onun için derim ki: "Sağ salim, sağlıklı bir şekilde dışarı çıkan birisini bulursanız ömür boyu anlatacağı hikâyeleri vardır o da herkese ve her zaman değil. Kıvamını yakalayabilirseniz on üniversite bitirmekten daha faydalı şeyler yakalar ve ömrünüzün sonuna kadar film çevirirsiniz. Film çevirir, kitap yazar, oyun oluşturur, yaşama dair imkansız pencereler bulur, bulduklarınızı aktarmaktan bıkmaz, zevk alır, insanlık gerçeğinin nasıl bir şey olduğunu, yalancıların ne tür yalanlar uydurup hem kendilerini hem insanlığı nasıl kandırdıklarını ÖĞRENİRSİNİZ".




Sanat yoğun bir kişiliğim olduğu için gezdiğim ve bilgi almaya çalıştığım masalardaki arkadaşlarıma cümle aralarında hem teselli vermek hem de az çok kendimi tanıtmak için anlattığım kısa bir hikaye vardı: Münire' nin Hikâyesi.

Münire Erzincanlı bir aşiret ailesinin kabına sığmayan çılgın kızı. Anne annesinden övgüyle bahseden Münire ağır kadınlık genlerini ondan aldığından bahsetmişti ve diyalogunu Diyalog Sanat' ın ilk diyaloglarında yayınlamış daha sonra isteği üzerine o güzel diyalogu kaldırmıştım. Almanya' ya giden Münire aşık olarak evlendiği ve uzun yıllar mutlu - mesut yaşadığı eşi ölünce travmaya girmiş, aylar boyunca ağzını açık bir tek kelime dahi söyleyemez olmuştu. "Aaa, Iıı" gibi sesler çıkarabiliyor fakat söylenen hiçbir şeye tepki gösteremiyordu. Sonunda psikiyatriste götürdüler. Psikiyatrist ilk muayenesinden sonra Münire' nin önüne bir boş kağıt ve bir kalem koydu. "Çiz Münire" dedi. "Hissettiklerini ve söylemek isteyipte söyleyemediklerini çiz! Münire bir şeyler karadı. Abuk subuk, anlamsız bir şeyler... Terapisi günlük devam ederken günden güne açılmaya başladı. "Aaa' lar, ahh ve evvet' lere" dönüşmeye başlamış çizgilerini de anlamlamaya yüztutmuştu. Bu böyle üç ay kadar devam etti ve sonunda Münire konuşmaya başladı. Bu hikâyeyi travmaya karşı sanatın gücünü belirtmek için uygun yerlerde sürekli anlatırdım. Uğur' a da anlattım ve "sen de arkadaşlarına anlat" dedim. Tabii Münire' nin daha sonra inançlarını kaybedip insanlara ve insanlığa küskünlüğünden ve ateizmi seçtiğinden bahsetmedim. Münire' nin hikayesinin sonunda gecenin kör karanlığında eşinin gömüldüğü mezarlığın önüne arabasını çekip farları mezara doğru çevirip sabahlara kadar orayı izlediği ve yeni evlendiği eşi ile insanlardan uzak bir köyde bahçesinde ağaçları olan bir evde yaşadığı ile canı sıkılınca bahçedeki ağaçlara sarılmak için erkenden uyandığı "The End" kısmıydı.

O akşam arkadaşlarımda sanat yeteneği olup olmadığını da bir yandan bulmaya çalışıyordum. Gökhan' la birlikte sonradan bir rap bile yaptık:

"A2-1 A2-1
Ne biçim koğuş LAN burası"

Uğur' un şarkı sözleri vardı. Arif / İstanbul' un cezaevinde yazdığı en az 200 şiirini de o gece sabaha kadar birlikte okuduk. Kendisine "bu şiirleri düzenleyelim, içlerinden yüz tanesini seçelim, tanıdığın varsa gönderelim, bastıralım, yayınlansın" filan da dedim. Filmlere meraklı olan, film başlayınca özel dikkat kesilen arkadaşlarım da vardı fakat tamamına yakını dizilere bayılıyor "Eşkiya Dünyaya Hükümran Olmaz", "Şevkat Yerimdar", "Yetenek Sizsiniz" gibi programları tam kadro izliyordular. Hakan / Tokat resim atölyesine giden tek arkadaşımızdı. Hafta içi her gün öğleden sonra iki saat kadar süren atölyede sekiz kişi olduklarını, Adanalı hanım resim öğretmeninden memnuniyetlerini, sınıf dolu olduğu için bize olmadığını anlatıyordu fakat öğretmen hanım sonraları gelmeyi bıraktı ve Hakan da atölyeye katılmayı, tabii.

Tekstil, yemekhane ve ofislerde çalışan hükümlü ve tutuklularda varmış fakat bizim koğuştan oralara giden yoktu. Yüz altmış lira aylık alan mahkumlar tekstilde usta çırak bir makinada iki kişi çalışıyorlarmış. Yemekhane ve ofis çalışanı mahkumlarla ilgili bir bilgim olmadı malesef.

Daha sonra detalı anlatacağım ilk kelepçeli cezaevinden hastaneye sevkim sırasında gardiyan - infaz koruma memurlarının tahrik edici cümlelerinden biri de "öğretmene bak öğretmene, vay jandarma" idi. Zaten kelepçeli sevk başlıbaşına bir kitap konusudur benim için. Link denilen minibüs veya otobüse bindirilen mahkumlar sağ ve sol kollarına giren jandarmalar tarafından gidecekleri yere kadar götürülür ve hastaneyse hastanenin mahkum girişinden sokularak nezâthanesinde bekletilir ve daha sonra yine mahkumlara ayrılmış muayenehanelerde muayene ve tedaviden sonra yine aralarda nezârethaneye geri getirilirler. Aslında nezârethaneye sokulurken çözülmesi gereken kelepçelerim hiç çözülmedi. Ben de üstelemedim hatta öğle arasında "sigara veya yemek ister misin" diye soran tim komutanına "İSTEMEM, BİR ŞEY İSTEMİYORUM" diye tepki göstermiştim. Unutacaktım ama yazdığım için bundan sonra unutulacağını zannetmiyorum. Bana ve benim gibilere bunları yaşatanların en az benim kadar acı çekmesi en büyük dileğimdir. Masum olduğumu biliyor ve hatta inanıyorum. Sıradan, hiçbir özelliği olmayan, okuma yazma bilmeyen, cahil-ü cühela bir kaç esnaf bozuntusunu SIRF kendi tarikatlerinden veya partilerinin destekçisi oldukları için kollayan ve onların yüzünden beni adlieye koridorlarında süründüren herkesten şikâyetçiyim. Hakimlere de söylediğim gibi "şikâyetlerimden vazgeçmek adâlete zulümdür dolayısıyla ne yaparsanız yapın asla ve asla vazgeçmeyeceğim. Ölsem de vazgeçmem. Benden sonrakilere bu davaların tümünü miras bırakıyorum". Mahkemeler sürecimde sağlığımı %70 oranında kaybettim. Diyabetim nüks etti, ruh sağlığım bozuldu. O kelli felli makam sahibi, korumalarıyla filan gezen beyefendiler (ossuruktan adamlar - adam bozuntuları) sırf şikâyetlerimi dumura uğratmak için Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesine kadar sevkettiler beni. Siz olsanız vazgeçer, vazgeçebilir misiniz!

Neyse, koğuşumuza geri dönecek olursak; televizyonun kumandası ayrı bir otorite aracı olduğu için benim gibi yeni gelenlerin eline alması bile iç yasalara aykırı bir durumdu. İç yasalar derken: "Marka eşofman giymek, kantinde parası olmak, kimseden borç istememek, başkasının sandalyesine - mekanına oturmamak, yemeğini masada yerken mutlaka gazete sermek, yemek veya çay saati dışında kendi bulaşıklarını kendin yıkamak, başkasının eşyasını kullanmamak, sessizlik saati (gece on ikiden gündüz on ikiye kadar)' nde sessiz olmak, ceza süresi kıdemine göre mahkuma saygı göstermek, başkasının holtasını kesmemek, yatakhanede osurmamak, ayakta işememek, temizliğine dikkat etmek, paspaslanmış yere basmamak, masada boş bardak bırakmamak, küllüğünü her sigaradan sonra boşaltmak, başkasının işini yapmamak, başkasına kendi işini yaptırmamak, incitici söz söylememek, her söylenene eyvallah demek, tartışsan bile "haklısın kardeşim" demek, büyüklerine abi veya dayı demek, infaz koruma memurlarıyla yüz göz olmamak, dedikodu yapmamak, yüksek sesle gülmemek, konuşurken muhatabının gözünün içine bakmak, tartışmalarda araya girmemek, yatağını sürekli düzenli bir şekilde toplamak, pencereyi kapatmamak, çarşaf bezleriyle kabine dönüştürülen alt kat ranzaları açmamak" gibi yüzlerce iç yasa vardır ve en küçük bir sebepten dolayı ihlal edersen yumruğu yer ileri gidersen de suratın bardak veya jiletle kesilebilir.




Haydi sizi daha fazla meraklandırmadan, en merak edilen konu başlığı; suçlara geçelim. Anasayfamızda A2-1 Koğuş Arkadaşlarım ve Suçları Listesinde yazdığım gibi buradaki suçların tamamı "adi suçlar" katagorisine giren cinsten. İsim vermeden suçların hikayesini anlatacağım. Yazıların tümünü takip edenler ipuçlarından yararlanarak kimin hangi suçu işlediğini bulabilir. İsim vermek istemiyorum çünkü arkadaşlarımdan bu konuda izin almadım fakat ilerleyen günlerde eğer kendileri yazmak isterlerse onları da yayınlayacağım.

Zabıta emeklisi, kendisini devlet memuru sayan ve onca anlatımlarıma rağmen benim neden içerde olduğumu bir türlü anlamayan koğuş arkadaşım gazino işletmeci iken bir gece mekânına gelen, sabıka dosyası oldukça kalabalık, otuz yaşında bir genci karnından bıçaklayarak öldürmüş, onunla birlikte gelen öğretmeni de aynı bıçakla yaralamış dolayısıyla cinayet ve yaralamadan cezaevine girmişti. Yine kendi anlatımlarına göre yaptığı iş gayrimeşrunun daniskasıydı. Elma suyunu visci diye bardağa doldurup çalışan kadınlara içirmekten daha gayrimeşru bir şey olabilir miydi. Benimki gibi meseleleri karakolda hallettiklerinden, benim orada boşu boşuna yattığımdan bahsedip duruyordu. Bir ara patronlar masasında otururken aynı konu açıldığında sesimi yükselmiş "neden anlamak istemiyorsun, benim meselem bir kaç günlük bir mesele değil, en az on dört senelik bir mücadelenin sonucunda buradayım" demiş ve ancak ikna edebilmiştim kendisini. Daha sonra bana hak verip "haksızlık çok" diyebilmişti. O ve masadaki diğer arkadaşımız ben masadan kalkıp kendi masama gittiğimde "haksızlıklar" üzerine muhabbetlerini uzunca bir süre daha sürdürdüler. Böylesi durumlarda bana şöyle bir şey oluyor: Şekerim yükseldiği için vücudumun eridiğini hissediyorum. Organlarımın yandığını, başımın döndüğünü, gözümün karardığını, kontrolümü yitirdiğimi ve dolayısıyla üstelemektense ayrılmayı tercih ettiğimi / etmem gerektiğini anlıyorum fakat iş işten geçtikten sonra vazgeçmenin de bir anlamı yok. Demem o ki ülke genellemesini alırsanız inanın veya inanmayın birilerini veya birini ikna etmek için bedel ödemek zorundasınız. Hele bedel kendi vücudunuzdan, organlarınızdan, sağlığınızdan oluyorsa buna "ağır bedel" denilebilir rahatlıkla.

Tam da burada suçlularla dolu kapalı bir ortamdan bahsediyorsak ve ikna konusuna girmişsek en riskli ve anlamsız bir konuya girmişiz demektir. Ülkenin çeşitli memleketlerinden aşağı yukarı aynı suçlar dolayısıyla bir araya getirilmiş insanların bir gün içinde sabahtan gece yarısına kadar, her gün sürekli dönüştüğünü izlemek ve dönüşümlerinde bazen takılıp kalmaları bazen ilerlemeleri fakat döngülerinin sürekliliği apayrı bir yazı konusu. Genellikle tek başına kalmayı tercih edenler çoğunlukta. Bir kaç arkadaş veya bir tek arkadaş edinmiş olanlar bile kısa süre sonra eften püften meseleler yüzünden küsüp kendi kabuklarına çekiliyorlar. Bir gün önce kanlı bıçaklı kavga edenler bir gün sonra yine aynı masa etrafında yemek yemek zorunda tabii disiplin alıp hücreye veya başka koğuşa gitmediyse. Düşünsenize aynı yerde yatıp, aynı yerde yiyip, aynı yerde banyo yapıp, aynı karavanaya kaşık sallıyorsunuz. Ne yapabilirsiniz ki!

Gazinocunun suçuna geri dönersek cinayetten sonra polis baskınıyla yakalanıp cezaevine - özellikle Yüksek Güvenlikli Kapalı Bölüme getirilmiş. Yüksek Güvenlikli Kapalı Bölümlerin özelliği zannedilenin aksine tutuklu veya hükümlünün de güvenliği maksatlıdır. Dışarda tehdit alanların tümü bu tür cezaevlerine gönderilir. Mahkemesi sonuçlanan gazinocu 12 yıl ceza aldı. Üç ay sonra açığa geçerim diyerek mutluluk gülücükleri atıyordu. Yirmi beş yılla yargılanırken 12 yılla sıyrılmak avukatının başarısı sayılabilir fakat avukata ödediği 25 bin lira da az para değil hani... Ben bile kendi duruşmalarımda ve emniyete ifade verirken avukat istememiş bütüne yakın davalarımın tümünü kendim takip etmiştim çünkü bir tek duruşma bedeli 1.500 lira idi. Masraflarıyla birlikte bir tek duruşmanın bedeli 2.000 liraya çıkabiliyordu. Kırk dosyanın en az ikişer defa görüşüldüğünü hesaplarsanız ortaya devasa bir miktar çıkar ve sıradan bir kişinin bu bedeli ödeyebilmesinin imkanı yoktur. Gazinocuya göre ise ayda en az 1.000 lira içerde harcayacağını hesap etsen senede 12.000 lira eder ve çektiğinin de yanına kalacağından en iyisi avukata harcamaktır.

Benim içerde gördüklerimin %80' i gariban, fakir fukara, sigara parası bile olmayan, sosis yüzünden kavga çıkarabilecek, bir tek sigaraya muhtaç kişilerdi. En çok ve sıklıkla duyduğum cümlelerden bir tanesi "annemiz yemeğinden kısıp örneğin tavuk yiyeceğini yemiyor. Oğlum içerde ma'dur olmasın tek... diye ayda yüz - iki yüz gönderiyor" cümlesiydi. Her mahkumun bir vasisi olduğu için yakın akraba veya iş arkadaşlarından seçilen vasiler elleri ayakları gibiydi. Haftada bir gün ve sadece beş dakikalık "telefon görüşmeleri" bile bir gün önceden heyecanla beklenir görüş günlerindeki bayramlık kıyafet giyilmesi kadar ritüele dönüşmese de önem arzederdi. Sekizer kişilik gruplar halinde telefona çıkanlar geri döndüklerinde duygusallaşır, çoğu göz yaşı dökerdi. Ben hiç telefona çıkmadım. Onun da ayrı prosedürü vardı. Ailenizin telefonunun kayıtlı olduğu kurumdan alacağı resmi belgeyi onaylatıp göndermesi ve cezaevi idaresi tarafında listeye girmeye gerekiyordu. Açık ile kapalının farkının anlamak için bir tek cümle yeterlidir. Kapalıda yatanlar açığı cezadan saymaz.

Cinayet suçundan sonra gelelim ülkemizin ve dünyanın başının belası uyuşturu suçlarına. O kadar çok çeşidi var ki sadece isimlerini yazmaya kalkışsak sayfalar dolusu evrak eder. Karışımları ise bambaşka bir konu. Zaten uyuşturucu bağımlısı olan mahkumların ne tür yöntemler denediklerini de yazacağım. Bir tek örnek vererek burada kesmek istiyorum. Bereye eroin yedirip cezaevine sokan ve bere leğende yıkandıktan sonra çöken uyuşturucuyu kullanan veya satanların hikaleri meşhurdur fakat uyku hapıyla antidepresanı karıştırıp burundan çekenleri pek duymazsınız. Akla hayale gelmedik ne varsa cezaevindedir. Su misali akacak bir yol bulurlar. Olup bitenlerden ne idarenin ne de altında - üstünde yatan koğuş arkadaşının haberi olmaz - ruhu bile duymaz. "Ağabey, uyuyamıyorsan uyku hapı vereyim" diyen koğuş arkadaşın seni yavaş yavaş uyuşturucunun diğer türevlerine hazırlıyordur. Uyku hapını nasıl biriktirdikleri ise dikkate şayan bir konudur. Düzenli bir biçimde, tek draje halinde, sağlıkçı görevli tarafından, poşetinde getirilen ilaç İÇMİŞ GİBİ YAPILIP tükürülerek biriktirilir. Eldivenle ağız kontrolü yapan sağlıkçı bile olup bitenin farkına varamaz. Günler geçtikçe haplar birikir ve diğer haplarla karıştırılarak kullanılmaya devam edilir. Azgın koğuşlarda revire çıkıp kendisine hap yazdırmayanlar dövülür bile.

İstanbul' dan getirdiği bonzaiyi Yeşil Irmağın kıyısında toprağa gömen uyuşturucu satıcısı, araç içinde not defterinden kopardığı bir sayfaya sarıp müşterisine verirken polis tarafından suçüstü yakalanır. Uyuşturucunun bedeli 150 liradır. Yeni evli ve bir oğlu olan uyuşturucu satıcısının cezası 12 yıl olarak kararlaştırılır. Önceleri "yapmadım, iftiraya uğradım, bana ait değildi, kandırıldım, kabul etmiyorum" dese de zamanla direnci kırılır "pişmanım, bir daha yapmayacağım, hayali isimlerden dilerseniz elimle tutup getireyim asıl satıcıyı' ya kadar gelişir süreç". 150 lira için 12 yıl kapalı cezaevinde yatmak gibi bir gelecek olunca bütün sistem altüst olur. Kendileri de bağımlı olan torbacı tabir edilen ve ceplerinde taşıyabilecek kadar uyuşturucuyu kendi ihtiyacını da karşılayabilmek için satanlar o devasa çarkı döndürürler. Diğer taraftan gemiler dolusu, tonlarca uyuşturucu kıtalar arası gider. İçerdeyken sorduğum bir soruyu size de sorayım: "Devletlerin yakaladığı tonlarca uyuşturucu ne oluyor?" Bu soruya cevap veren bir arkadaşım, kendi sorgusu sırasında kaçak sigara içen polis memurlarına sormuş, "abi kaçak değil mi bu sigara" diye de "ne yapalım, yakalım mı" demişler. İşin aslı tam da budur. İşte bu yüzden ne gayrimeşru engellenebilir ne de bu suç bataklıkları kurutulabilir. İnsanın var olduğu her yer ve zamanda gayrimeşru olmuştur bundan sonra da var olacaktır. İşte size gerçek. Dünya ekonomisinin yarısı gayrimeşru üzerine dönmektedir. En basit bir arama motorundan "gayrimeşru ve ekonomi" taratırsanız aklınızı havaya uçuracak rakamlarla karşılaşırsınız. Kadın, silah, uyuşturucu, tarih eser, sanat eseri, göçmen ve daha bilmediğimiz yüzlerce sektörde bu bataklık fokurdamaktadır. İşte bu yüzden ne yazılmak, ne görülmek, ne konuşulmak, ne de bilinmek istenmeyen bir âlemdir. Dolayısıyla da gayrimeşrudur.

Savaşın ve savaş suçlarının olduğu dünyanın tek gelir kaynağı gayrimeşrudur. Hiçbir örgüt gayrimeşru olmadan savaş yürütemez. En rakikal dinci örgütlerden en komünist örgütlere kadar ve hiçbir zaman gayrimeşrusuz iş yapamazlar. Dünyanın gerçeği budur. Bir tek çözüm vardır o da savaşları durdurmak. Savaş da insanlık tarihin gerçeği olduğuna göre bu düzen öyle veya böyle devam edecek, cezaevleri suçlu veya suçsuz kişilerle dolacak hatta yer yokluğundan yataklar yerlere serilecektir. Ölmek isteyip de ölemeyenlerin dünyasıdır bu dünya. Her kim ki bu âlemi miniminnacık dahi olsa renklendirmeye, özendirmeye çalışırsa insanlığın düşmanı bir canavardır. Soygun, gasp, hırsızlık, yol kesicilik, çökme, talan, ganimet paralarını bir haftada tüketip yine sokaklarda aç kalanların hikayesini okuyorsunuz buradan. "Eve girdim, dolabı karıştırdım. Bir de ne göreyim kutunun içi külçe altınla dolu. Kutunun yanında da gıpgıcır bir tabanca ve iki dolu şarjörü... Hepsini poşete doldurup bahçeye attım. Birlikte geldiğimiz arkadaşıma da -bir şey çıkmadı- dedim. Sonra gelip malı bahçeden aldım. İster inan ister inanma trilyon parayı bir haftada yedim. Nasıl yedim ben de bilmiyorum". Alın size gerçek bir hikaye. Okumaya devam ettikçe benzeri yüzlerce gerçek okuyacaksınız. Çocukluğunda komşusunun damından güvercin çalan çocuk gençliğinde köşklerin göbeğini (kapı göbeği) patlatıp ne var ne yoksa çalacaktır. Bu kadar basit.

Bir diğer bitmeyen muhabbet konusu, kabadayıların hikâyeleridir. Suçu kılıfına uydurmak, suçluluk psikozundan kurtulmak, sırf muhabbet olsun, kendini göstermek veya başka sebeplerden ötürü cezaevlerinin en çok konuşulan konu başlığı kabadayılardır. "Ne adammış be" ile devam eden muhabbetler binlerce kez tekrar edilip durur. Soygun, talan, ganimet, hızsızlık, yol kesicik, kervan basıcılık kutsal dinin kutsal cihadı olunca iş buralara kadar varır. Avrupa' da hırsız denilince Arap anlaşılmasının bir nedenide budur. Ali Baba ve Kırk Haramiler türü binlerce masal uydurmanız çok kolaydır. Devletin kendisi mafya olunca dünyanın başının da belası oluverir. Okuma yazma bilmeyen, sanatın s' sinden habersiz, felsefeye düşman, her köşe başına uyduruktan ibadethaneler dikmeyi ebedi ossuruktan cennete giriş garantisi sayan kültürden başka bir ne beklenebilir ki!

İşte tam da bu yüzden "dini değerlere ve devlet büyüklerine hakaretten" hakkınızda davalar açılıp adi suçlularla birlikte yatmak zorunda kalabilirsiniz.

En basit ve gayrimeşru gelir getiren hırsızlık hikayeleri araba hırsızlıkları ve mahsus mekanda yapılan hırsızlıklardır. Çalınan araba üzerinden 24 saat geçmeden parçalanır ve uygun model bir başkası ile değiştirilerek piyasaya sürülür. Şebeke oluşturup mahalleleri bölüşen ve ekiplerini haftalık soygunlara gönderen çete üyeleriyle birlikte yattım. Başkentin izbeliklerinden ne kabadayı hikayeleri topladım bir bilseniz. Diyaloglarımızdan bir tanesinde Ankalı bir müzisyen hanım "uyuşturucunun ne kadar yaygınlaştığından bahsederken" devrik belediye başkanının (Melih Gökçek denen limon satıcısı) mafya liderleriyle toplantı yapıp, neleri yapıp neleri yapamayacaklarını anlatmasından bahsetmemişti. Bu konuyu da soygun şebekesini yöneten koğuş arkadaşım anlattı hatta o toplantılardan birinde hangi koşullar ve kimlerle birlikte olduğunu bile anlatıverdi. Ne de olsa aynı ortamın insanıydık artık.

En çok adı geçenlerden Sedat Peker, Alaaddin Çakıcı, Çatlı, Gaziantep kabadayıları, İstanbul ağır abileri, Ankaralılar, Eceler, Memolar, Adiller, Geçenler, Sarallar, Sarmalayanlar, Gömücüler... say say bitmez ülkenin kılcal damarlarına doluşmuş suç şebekeleri ve kendi ortamlarında beyefendiler. Bazıları devlet protokollerinde en ön safta yer alanlar. Ukrayna' dan kadın getirince pezevenk olmayıp Türkiye' den kadın satınca pezevenk olanlar. Sosyetenin kokain tedârikçileri. Paran yoksa malın vardır' cılar. Sektörün sanat simsarları. Üniversitelerin kelli felli profesörleri. Ne de olsa para her karayı aklar.




Şopar, trafik kavgalarından birinde çeker bıçağı ve sekiz kişiyi delik deşik eder. Az kalsın poposuna giren bıçak biraz eğilmiş olsa böbreklerini deşecektir. Daha sonra hiçbir koğuşta iflah olmaz. Koğuş koğuş, cezaevi cezaevi dolaşır. Haksız olduğunu kabullenemediği için kendisine yapılan muameleyi bir türlü sindiremez. Sonraları ortama ayak uydurmaya başlar ve "abilerin sözlerine kulak kesilir". Onlardan öğrendiklerini olduğu gibi hayatına monte eder ve kendi hikayeleriyle özdeştirir. Bir yerde o da hak arama mücadelesinin bir neferidir artık. Bir muhabbet esnasında "dışarda adalet olmadığı için buradayız" demiş ve oldukça ilgi toplamıştım. Bir diğer soruları ise; "dışardan birisi olarak burayı nasıl görüyorsun" cümleleri idi. Televizyon altı masamın duvara bitişik sandalyesinden bana oldukça uzak gibi görünen patronlar masasında oturan koğuş arkadaşlarıma: "Hepimiz suçlarımızın cezasını çekmek için buradayız zaten, dolayısıyla kimsenin kimseyi yargılamaya hakkı yoktur artık" demiştim. Bu cümlemde hoşlarına gitti ama uyum sağlayabilmek haftalar sürdü, her şeye rağmen.

Daha önce anlatmış mıydım bilmiyorum. Mehmet Ali' nin çömezi olarak öğrenmeye devam ederken pek soru ve cevap arasından: "Ağabey, burada kavga çıkarsa başını yere eğeceksin ve kesinlikle karışmayacaksın. Bir önceki koğuşumda birbirlerini doğradılar. Suratlarından, boyunlarından fışkıran kan duvarları değil tavanı bile kızıla boyadı. Daha sonra koğuşu dağıttılar. Her biri bir yere gitmek zorunda kaldı" demişti.

Havalandırma, holta, gezinti bölümümüz sabah altıdan akşam altıya kadar açıktı. Kış saatine göre havanın kararması ile kapıların kilitlendiği doğrudur. Cikletten radyonun bozulan lehim aksamını yakarak tamir etme becerisi geliştiren Mehmet Ali, biriken ve günü geçen peynirlerden süzme ve çörekotlu karışık yapıyor çeşitli baharatlar kullanarak hastalıkları koğuşta tedavi ediyordu. Kantine yazdığım sallama nane çayım gelmedi fakat onun deposunda nane vardı zaten. Peynir süzmek için çarşaf parçalarından diktiği süzek herkes gibi benim de ilgimi çekti. "Yine ne yapıyorsun hoca" meraklı sorularına, "paraşüt dikiyorum, rüzgar alınca havalandırmadan uçacam" demişti. Bu muhabbete katılan Ahmet Dayı' da "Mehmet' e (oğlu) söyleyeyim de bir helikopter göndersin boşuna uğraşma hoca" demişti.

Kuşlar konusuna daha sonra detaylı gireceğiz fakat çekirdek kıvamında başlangıç olması için bir kaç cümle sarfedelim. İdâri yasalara göre her koğuşta en fazla iki çift muhabbet kuşu olabilir ve bunlar kısırlaştırılmış olmak zorundadır. İnfaz koruma memurlarına yüz - iki yüz lira bahşiş verirseniz dışardan kısırlaştırılmamış kuş getirtebilirsiniz tabii kıvamında olmanız gerekir. Yani hiç olmazsa bir kaç senelik geçmişinizle yer edinmiş olmalısınız. İşte bu durum cezaevi ekonomisi yaratan ve koğuşta farklı yer edindiren meselelerden bir tanesidir. A2-1' de altı çift muhabbet kuşu vardı ve hepsi de kısırlaştırılmamıştı. Jumbo adını verdikleri neredeyse papağan büyüklüğünde erkek kuşun yanaklarında mavi gamzeleri vardı. O kadar güzel bir kuştu ki koğuşun bütün yeni yavrularının babasıydı aynı zamanda. Bir de "cingan" dedikleri dişi kuş vardı. Cingan yatakhanede değil merdiven altında tutuluyordu çünkü üzeri açıkken sürekli ötüyor, ötüyor derken baya bağırıyordu. "Kızmış bu Jumbo' nun yanına atın biraz rahatlasın" muhabbetleri ortamı yumuşatan muhabbetlerdi. Bir gün Jumbo' nun sahibinden habersiz Jumbo' yu Cingan' ın kafesine atmışlar daha kafese girer girmek başını didiklemiş kuşun... "Canını zor kurtardık, az kalsın ciğerlerini sökecekti" diyorlar. Daha sonra haberi olan Jumbo' nun sahibi "benim kuşu kafese mi attınız, uleyyn" tepkisi göstermiş "şimdi 2 bin lira verseler vermem bu kuşu" diyordu. Yaz sıcaklarında on dört yumurtanın tamamı bozulmuş ama üç ayda bir üç - dört yumurta sirkülasyonundan hesap ederseniz baya bir kuş çiftliği durumları ortaya çıkıyor. Havalandırmadan pile sarılı mesaj yoluyla ihtiyaç ve alışverişler tamamlanırken kuş alış verişleri de yapılabiliyordu.

Aralara eklediğim yasadışının yasadışı uygulamaları umarım içerde çekilmez olan yaşamı anlamaya yardımcı oluyordur?



Erkek mahkumların çamaşır yıkamaları başlıbaşına bir belgesel konusu iken haftada bir banyo günlerinde "ara" tabir edilen banyo ile tuvalet arasında kalan bölüme mutfak lavabosundan hortum uzatılarak alınan sıcak su dev kovalara akıtılır, oradan herkesin kendine ait leğenlerinde çamaşır yıkama işlemi gerçekleştirilirdi. Meydancının "araya girmek isteyen var mı" çağrısı ile 12 - 12 temizlik saati düzenlenmiş olurdu. Haftalık banyo listesi yayınlanır ve mutfak dolabına ciklet aracılığıyla asılırdı. Tecrübeli mahkumlar ara' yı tercih eder normal 30 dakikalık banyo sürelerini çamaşırla birlikte 2 saate çıkarabilirlerdi. Bu da ayrı bir keyifti cezaevinde.

Jiletle saç ve sakal traşı ayrı bir uzmanlık gerektirir her koğuşta mutlaka traş becerisi geliştirmiş bir arkadaş bulunurdu. Ankara - Sincan' dan gelen son ekibin çete suçlusu arkadaş berberlik yeteneğini ispat edinceye kadar baya bi gayret sarfetmişti. Her şeye rağmen kendisini bir türlü ispat edemedi. Yine herkes bildik haftalık, kantin fişi karşılığı cezaevi berberine gitmeyi tercih ediyordu. Gökhan bir gün imaj değiştirip sadece çenesinin altında kalan sakallarını bırakıp bütün surat kıllarını traş etmişti. Kadir "ne o len İŞİDCİ mi oldun" diye diye dalgasını geçmiş, Gökhan da "daha bitmedi, uzayınca tamamlanacak" demişti. Banyo arasında "tuvalet" diye yüksek sesle bağırmadan tuvalette kimsenin olup olmadığını bilemezdiniz. Aralarda "ağlama sen ağlama" türü türküler tuvalette uzun kalanlara ima yoluyla takılmak için söylenirdi. Yani "bizden gizli saklı tuvalete girip özlediğin annen için ağlıyor musun" anlamında bir takılmaydı.

Yıkanan çamaşırlar genellikle havalandırmada voleybol filesi olarak düzenlenmiş ipten başlayarak geriye doğru çamaşır iplerine asılırdı. Yağmur, kar çamaşırlar günlerce orada bekler suyu süzülenler yatakhanenin uygun yerlerine serilirdi. Kaloriferin üzerinde çamaşır kurutma yüzünden kavga çıktığını hatırlıyorum. Havaların soğuması ve kar yağmasıyla çamaşır sorunu tavan yapmış, uyanık mahkumlar kaloriferi kurutma aracı olarak kullanmaya başlamışlardı. Tabii bu durum ısınma - ısınamama sorununu da birlikte getiriyordu. Pencereler sürekli açık tutulduğu için cezaevinin dilekçe karşılığı verdiği ikinci battaneye yeterli olmayınca kantinden 34 liraya aldığınız üçüncü battaniye de yeterli olmayabiliyordu. Para eden malzelemeler kantinde bulunup bulunmamasına göre enflasyon yaratıyor üçü bir arada - Nescafe için bazen bir paket tütün bile alınabiliyordu. Battaniye de o günlerde değeri en yükselen malzemelerden bir tanesiydi.

Zihnimde dolaşıp durdu fakat hiç bir arkadaşıma söylemedim: "Madem burası Yüksek Güvenlikli Tutuk ve Cezaevi. Ve madem burada risk altındaki mahkumlar tutuluyor. Yani başına ödül konulmuş bir dolu mahkum var. Üç beş lira sigara, kuş, makaron, tütün ve saireden ekonomi yapacağınıza başına ödül konulmuş bu mahkumları merdivenden aşşağı iteleyiverin gitsinler. Dışarda bile bu kadar para kazanamazsınız!" İşte böylesi cinfikirler gayrimeşrunun en uç, kimsenin aklına gelmeyen, cezaevini fırsata dönüştüren, acıyı bal eyleyen fikirlerdi... Beni cezaevine tıkıp bozuk ağzımın düzeleceğini, aklımın başıma geleceğini, bir daha Cumhurbaşkanına hakaret etmeyeceğimi filan tasarlayanlar nerden bilsinlerdi cezaevi anılarımı yazıp milyoner olacağımı. Kazandığım paraların tümüyle Cumhurbaşkanını rezil etme derneği diye bir dernek kurup onların sponsoru olmaya karar verdim. Ah gençlik! Keşke yirmi sene daha erken olsaydı ve gençlik yıllarımda yaşasaydım tüm bunları. Oysa şimdi şeker hastalığım sebebiyle günümün yarısını beyni çıkarılmış güvercin gibi yaşıyorum.

Bana kafayı takıp facebook' ta paylaştığım yorumlara varıncaya kadar tümünün çıktısını alıp en yakın Cumhuriyet Savcılığına göndererek 300 - 500 maaş alan TROLLER' E derim ki: "Evet ezân okuyan müezzine sövdüm. Cumhurbaşkanına da sövdüm. Diyanet İşleri Başkanına da ama bir sorun neden sövdüm?" En son tutuklanmama karar veren hakim beye de dediğim gibi: "Sizin yazdırdığınız gibi olursa cümlede kopukluk olur cümlenin bir başlangıcı yani esbab-ı müsebbibi var". Eğer laikliği savunmak benim gibi sıradan, hiçbir özelliği olmayan, devletin en küçük bir organizasyonunda -bilerek, yer edinmemiş, devletin hiçbir makamıyla sözleşmesi - antlaşması olmayan, kendi yağında kavrulan bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşına kalmışsa size yazıklar olsun. Ne demek "sekülerizm - laiklik insanlığı mahvetti" demek? Devlet kadrolarını, makamlarını, bürokrasisini, imza yetkilerini onlarca yıl işgal eden başta FETÖ olmak üzere ne kadar devlet ve millet düşmanı, maaşını buradan emirleri dışardan alan, ajan kılıklı rezillerin düştükleri durumdan da mı ibret almıyorsunuz! Bu zavallılar ülkesinde daha öncede yazdığım gibi birilerini bir şeylere ikna etmek için bedel hatta ağır bedel ödemeniz gerekir çünkü işgalciler gerçekten vicdansız cahillerdir.

Sinerji meselesine dönecek olacak olursak günlük takip ettiğim etkileşim istatistiklerine göre böylesi yazıların toplum nazarında hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. İlkönce kısa sarsıntılara sebep olsa da çok kısa bir süre sonra alışkanlığa dönüşür ve para karşılığı varsa bir yerlerde birileri tarafından o da tümüyle dejenere edilerek, bozularak, aslına tecavüz edilerek yeredinir. Dolayısıyla geleceğe kalan yazılardır bunlar. Bundan uzun yıllar sonra araştırmacılar tıpkı arkeolojik kazı yapar gibi arama motorlarından girdikleri zaman insanların ne acılar çektiklerini bulacak ve günün müzelerine yerleştireceklerdir.

Bizim gibi geri bırakılmış toplumların, sömürge halkların belli başllı sorunlarından bir tanesi geçmişe saplanıp kalmaları, ölüleri kutsayıp durmalarıdır çünkü ölüler konuşamaz. Ölüler adına konuşup duran ve onların sırtından geçinenler de leş kargalarıdır. En basit örnekleri din uydurukçuları, devlet büyükleri, eser bırakıp gitmiş sanatçılar v.s. dir. Sanal ortamlarımda çok defa tartışmasına daldığım bu kriter her zaman ve mekanda geçerliğini sürdürecektir. Eğer bir kişi geçmişten ve ölülerden - ölmüş gitmiş kişilerden bahsedip duruyorsa hortlaktır - zombidir. Zombilerden hayır bekleyenler de yaşamın ve yaşayanın değerinden habersiz "yer altının canavarları". İspata gerek duymayan bu gerçek bütün eğitim kurumlarının girişine kazılmalıdır.

Siteme (web) gizli sponsor listesinden giren Kral TV' yi de anmadan geçemeyeceğim çünkü haber programları dolayısıyla kavgaya neden olan televizyon programları yerine en tercih edilen televizyon kanalıydı.

İletişim konusuna dalacak olursak sessizce yerinden kalkmak, göz kırmak, masada bir şey bırakmak, küçük kağıtlara not yazıp elden ele dolaştırmak, izlenen televizyon kanalından replik tekrarları veya herhangi bir türkünün dizeleri dahi söylenmek isteneni ifade amaçlı kullanılıyordu. Pile sarılı mesajın havalandırmadan havalandırmaya atılmasını daha önce yazmıştım zaten. Dışardakiler için anlamsız gelen iletişim araçları gayrimeşru âlemin vazgeçilmezi olup eğer bilmiyor veya aksi davranıyorsanız komik durumlara düşebilirsiniz, acemiliğiniz anında ortaya çıkar ve daha başınıza gelebilecekleri tahmin bile edemezsiniz.

Tek oda içine düzenlenmiş ayrı bölümlerden oluşan koğuş sisteminin zihninizde anlamlanabilmesi için "suçlulardan kurulu" insan topografyasını aklınızdan çıkarmamanız gerekiyor. Aksi yazılanların tümü anlamsızlaşacak, sizin için fantazinin ötesine geçemeyecektir. Dışarda bırakın bir arada yaşamayı aynı mahallede bile olmak istemeyeceğiniz kişilerle ev hayatı yaşıyorsunuz...

Meşru iletişim yollarından mektup, haftalık telefon görüşmeleri, kapının hemen solunda içerde duran "acil düğmesi" ile infaz koruma memurlarını çağırma, haftalık (pazartesi günleri, öğleden sonraları, 45 dakika) kapalı görüşme, ayın ilk perşembesi açık görüşme ve gökyüzüne bakarak telepati yeteneğiniz varsa telepati dışında iletişimin imkanı yoktur ve bahsi geçen iletişimlerin tümü -istisnasız izlenir... Koridorların tamamı, sürekli kamera kontrolünde olduğu gibi bilinmeyen pekçok yerde gizli kameralar da doludur. Televizyondan dahi mahkumların izlendiğine dair yaygın bir kanaat vardır. Koğuş içinde en güvenilir yer merdiven çıkışının hemen üzerine asılı duran perdenin arkasıdır. Tam o noktada gizli konuşmalar gerçekleşir. Havalandırmada çok özel konuşmalar için on beş dakika veya yarım saatliğine kapatılabilir. "Hocam, özel konuşuyoruz müsaade edersen" en kibar "lütfen buraya gelme" isteğidir. Her gün istisnasız bir mesele olduğu için her gün istisnasız özel konuşmalar da gerçekleşir - gerçekleşmek zorundadır. Hatta özel konuşma bir imtiyaz meselesi olup herkes herkesle özel konuşmaz. Kıdemli mahkumlar, koğuşun ağabeyleri meseleleri çözerler. Herkesin konuşma hakkı olsa da karar kıdemlilerce verilir. Karar için bilgi, beceri, gerçeklik, doğruluk kriter değil uygunluk kriterdir. Dolayısıyla her koğuşun ayrı bir tarihi vardır. Uyum sağlayamayan koğuşlar kavga sebebiyle dağıtılır. Dağılan koğuştan diğer koğuşlara geçenlerin yeni koğuşunda söz sahibi olması aylar alır. Parası bol ve harcamayı sevenler koğuşda sürekli yadedilir, "abilik" payesi alır, dilden dile anlatılır. Bizim koğuşun ismi sık geçen abisi de benden kısa süre önce Bayburt Cezaevine gönderilen Tayfun mu, Tufan Abi miydi. Kendisi alemin abilerinden ve parası bol olduğu için koğuşa televizyon, buzdolabı v.s. almış hatta kendisi bütün koğuşu boyamıştı. Sabah sekiz sayımından sonra kimse yatağına gitmez abinin muhabbetini doya doya dinlermiş. Öyle anlatıyorlar. Ondan sonra kimse sabah muhabbeti açamaz olmuş ve sayımdan sonra genellikle herkes yatağına geri dönüyor on ikide gelen öğle yemeğine kadar yatmaya devam ediyordu.

Girdiğimin ertesi günü 10 Kasım olduğu için gazetelerin eklerinde bolca 10 Kasım mesajı ve posterleri vardı. On, on beş poster eki ayrılmış duvarların boş yerlerine asılmak üzere ayrılmıştı. Ben de kendimce öneri geliştirip "naylonla kaplayalım daha kalıcı olur, bu biçimiyle çıplak asarsak çok çabuk yıpranacaktır" dediğimde herkesin gözünün üzerime dikildiğini hissettim. "Sana ne oluyor ki daha geleli dün bir bugün iki, ne konuşuyorsun" anlamında titreşimler hissettim. Poster asma işi böylece rafa kalkmış ve kapanmıştı bile. Asılamadılar yani anlayacağınız. Benim yüzümden bir parça daha renklenecek olan koğuş öylece kalakaldı. Mehmet Ali daha sonra defalarca aynı cümleyi tekrarladı kulağıma "karışma abi".

"Bildim, öğrendim, anladım, tamam" dediğin ama anlamadığın, anlamanın da imkanı olmadığı şeyler hergün yaşanır. Çerkez anlatmıştı kendi hikayesinden kısa bir kesit: "Bir aydın ilk defa konuşuyoruz seninle. Buraya gelmeden önce Eskişehir Cezaevindeydim. Oradan buraya direkt gönderdiler. Anamın gönderdiği battaniyem bile orada kaldı, göndermedi arkadaşlarım. Oysa onlar için kavga etmiş ve kavgadan sonra koğuş dağıtılmıştı. Bizim koğuşumuza düştüğün için çok şanslısın. Çoğu koğuşlarda ilk geleni merdiven altında tabureye oturtur, konuşturmaz, konuşmaz, dinlemez, yüzüne bile bakmazlar. En basitinden kargon veya başka eşya geldiğinde koğuş sorumlusu elinden alır istediğini verir, istemediğini vermez el koyar. Kuralları bilmediğin için neyin var neyin yoksa iliklerine kadar emerler. Gelmeden önce koğuşumda üç kardeş bir koğuşta diktatörlük kurmuş, geceleri perde arkasından poker partileri düzenliyor, koğuşun iflahını kesiyordular. Onlarla birlikte hareket eden dört kişiyle birlikte yedi kişi tüm koğuşa hakim olmuş nefes aldırmıyordu. Ben koğuşa girdikten sonra cüssemden biraz çekinip üzerime gelmeselerde diğerlerine yapacaklarını yine yapıyordular. Bizde âdettir spor ayakkabılarını giyip akşamı bekliyorsan o akşam fırtına kopacak demektir. Gündüz arkadaşlara "sporlarınızı giyin" dedim. Akşam sayımından sonra bunlar yine perde arkasında düzenlerini kurmuştular. Perdeyi hızla açtım. Bacak bacak üstüne atmış koğuş sorumlusu - koğuş ağası, beni görünce bi irkildi. "Ne oluyor lan burda" der demez yumruğu indirdim suratına. Olduğu yere serilip kaldı. Onlar da spor yapan kişilerdi ama sorumlunun serildiğini gören arkadaşlar ellerinde ne varsa kafalarında parçaladılar... Ortalık darmadağın oldu. Sonra koğuş dağıtıldı zaten. Beni de buraya gönderdiler. Ağabey, biz burada haksızlığa asla izin vermeyiz. Haksızlık olursa müdahale ederiz. Müdahale etmezsek durmamızın anlamı yok demiş ve çıkacağım gün spor ayakkabılarını giymiştiler. Artık ne oldu bilmiyorum. Haksızlık görülmüş ve müdahale mi ediliyordu. Çerkez on bir senelik kıdemli, iki metreye yakın boyu ile, kafasındaki yara izlerini saymazsanız yakışıklı, eli yüzü düzgün bir arkadaştı. Günlük spor yapar, diğer arkadaşlara da yatakhanenin iç bölümünde boş cola petlerine doldurdukları sudan halter yapmıştı. Beş litrelik dört pet sağda, dört pet solda kırk litrelik ağırlık spor için yeterli geliyordu. Bütün kombinasyonları biliyor, arkadaşlarına da kas gruplarının hangi hareketlerle çalıştırıldığını gösteriyordu. Hatta çıktıktan sonra İstanbul / Kadıköy' de bir spor salonu açmak istediğinden bahsetmişti. Önce kahvehane filan açarım diyordu fakat onu spor salonuna ben ikna ettim. İyi de yaptım sanırım. Umarım gayrimeşruya bulaşmaz ve kalan onbir ayını da sağsalim tamamlar ve normal yaşama döner.

İlişkiler sebebiyle gayrimeşrudan kopmak neredeyse imkansız olsa da başarılı olanları da oldukça çoktur. Başka bir iş yapmasını bilmeyen sabıkalıların "sabıkalılık" mührü ve dolayısıyla kimlikleri toplumun diğer alanlarında yer almalarını kısıtladığından kendi ortamlarının bir yerlerinde iş yapabilirler ancak. Sağlığını tümüyle yitirenlere bile alemde saygı duyulur. En basit örneği "cezamı çekip çıktım. İş yapmam lazım, para lazım" dediğinde ortamın üzerine farzdır o adama destek olup para vermek. Fazla da sorulmaz ne iş yapmak istediği. "Eyvallah kardeş, elimizden geldiğince..." denilip yardımcı olunur. Anlatılan bu. Ben de kesin bilgi sahibi değilim fakat içerde anlatılan ve gelecek planlarını oluşturan gerçek buydu.

Dışarda olup bitenlerden tümüne yakın kopuk içerdekiler internet, cep telefonu, canlı telefon yayını, internet sitesi, arkadaşlık grupları, sanal alemin gücü hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyordular. Ne kadar anlattıysam da anlamakta zorlandılar. İçerde başka bir şey oluyor. İlk günlerde kendime şöyle bir deneme çektim: "Bulmaca çözmek istedim fakat en basit soruları bile bulamıyor, dolduramıyordum". Müjdat Bey' e de söyledim hatta: "Ağabey, inan en basit soruları bile çözemiyorum". O da "doğrudur, ben de bazen ismimi unutuyorum. Uzun uzun düşündükten sonra aklıma geliyor" demişti.

Ortada bir şey var çevresi tümüyle buğulu. Buğulu âlemde olup bitenler de buğulu. Ortadaki şey ise sadece ve sadece ya çay içtiğin bardak veya kaşık salladığın yemek tabağı. Sanki unutmak veya görmek istemediğin bir şeylerin uğultusunu duyuyor ama ne dediklerini anlamıyorsun. Anlamadığın için cevap veremiyorsun. Öylece kalakalmış bir durumdasın. Tümüyle teslim olmuş gibisin. Nereye sürükleseler gideceksin. Her komutu yerine getirmeye hazırsın. En küçük sorgulama yeteneğin kalmamış. Tüm gardın düşmüş. Yerlerdesin. Yeni doğmuş bir bebek kadar çaresiz ve bilgisizsin. Birilerinin yardımına muhtaç hissediyorsun ama kimsenin yardım edemeyeceğini de biliyorsun. Biran önce kendine gelmek için çabalıyorsun fakat elin - ayağın oynamıyor. Ağzından salyalar akıyormuş da tutamıyormuşsun gibi bir tür felç yaşıyorsun. Bazen bir yerlerine dürtüklemeler oluyor o an biraz kendine geliyorsun. Acınacak haldesin. En acımasızlar bile sana acıyor, düşünsene!




İlk kelepçe cezaevinden sağlık kontrolü için Tokat Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesine götürülmem sırasında link tabir edilen minibüse bindirilmeden önce takıldı. O kadar polis kontrolünde sağlık kontrolüne, sağlık kontrolünden savcı karşısına çıkarıldım bir tek defa bile kelepçe vurulmadı.

Sen ağlama garip anam,
Eşkiya dünyaya hükümran olmaz!

İlk günlerde sıradan uygulamalardan biri koğuş girişine asılan içerdekiler tablosuna eklenecek olan fotografın için fotograf çekimi, ilk psikiyatrist görüşmesi, ilk revir çıkışı, ilk nevresim alımı, ilk battaniye, ilk yatak, ilk karavana, ilk meyve, ilk kahvaltı ve daha bir sürü ilk...

Dilekçe ile dönen istek ve kabul sisteminde tersine giden bir şey vardı ve. Sayımından sonra infaz koruma memuru tarafından "hastaneye gidecekler listesinden" adım okundu. "Erkan Yazargan, hastane"... Nasıl olacağını bilmediğim için koğuş arkadaşlarımdan bu ilkimle ilgili de bilgi almaya çalıştım. "Üzerine çakmak, sigara, tesbih filan almayacaksın. Sabah linkin içi soğuk olur, kesinlikle içine bir şeyler giymelisin. Koğuştan çıkışa kadar gardiyanlar götürür zaten. Daha sonra X-Ray' dan geçtikten sonra ellerin kelepçelenir ve dışarda bekleyen araca bindirilirsiniz. Sakın bir yanlışlık yapıp da hangi suçtan girdiğini soran olursa ters cevap verme. Tecâvüzcü zannedip şişlerlar vallahi. Saç tokanı da değiştir. Pempe toka aykırı duruyor, sana don lastiğinden bir toka yapalım" gibi şeyler söylendi. Kendimce hazırlandıktan sonra Arif / İstanbul' un deri şapkasını başıma geçirerek infaz koruma memurunu takip etmeye başladım. Koğuştan her çıkışta üst araması yapıldığı gibi koğuşa her dönüşte de üst araması yapılır. Üst aramasından sonra "şapkayı eline al, çıkışta takarsın" komutu ile şapkayı çıkarıp devam ettim. Ne sigaram ne de şekerimi bastıracak atıştırmalık bir şeyim yoktu. Benimle birlikte hastaneye çıkarılanlar arasında yaşlı bir mahkum vardı. Adamcağaz sürünerek iki elinin üzerinde poposuna yan basa basa araca kadar götürüldü. Gardiyanların ilk takılmalarına da bu sırada şahit oldum. "Vay öğretmene bak, öğretmene ve jandarmaa" lafları X-Ray' in hemen önünde sıramı beklerken eğlencelik, kendi aralarında bir konuşmaydı. Sonraları bir kaç defa tecrübe ettiğim gardiyanlarla iletişimimde bir sorun yaşamadım fakat aykırı davrananların iyi dayak yedikleri anlatılıyor hatta iri kıyım bir Diyarbakırlıyı sünger odasının dahi tezkin edemeyip her gece gerdiyan dayağı ile uyuduğu söyleniyordu. Sondan bir önceki demir kapıyı geçmeden jandarma tarafından ellerime kelepçe vuruldu. Ne saç tokası kalmıştı ne de Arif / İstanbul' un şapkası... Sağ koluma bir, sol koluma bir jandarma eri girerek minibüse kadar götürüldüm. Araçta tek tutuklu bendim. Benim dışımda biri tim komutanı altı asker daha ve bir şöfor vardı. Öyle hatırlıyorum, yanlış hatırlamış da olabilirim. Hava soğuk camlar ve yollar buzluydu. Kurşun geçirmez araç bir tek benim için yola koyulmuş prosedür işlemeye başlamıştı. Aradan yarım saat geçtikten sonra hastanenin "mahkum girişinin" önündeydik. Aynı şekilde bir sağıma, bir soluma iki asker girerek araçtan kelepçeli indirildim ve alt kattaki hastane nezârethanesine götürüldüm. Ellerim yine kelepçeliydi. Kelepçeyi takıp çıkarma ve yol gösterme vazifesi jandarma astsubayına aitti. İçerde üç banktan başka bir şey yoktu. Banklardan bir tanesine oturup beklemeye başladım. Yirmi dakika, yarım saat kadar sonra canım sıkılmaya başladı. "Ne işim var lan, benim burada" sorusunu sormaya başladım. Sonra ayağa kalkıp odanın bir köşesinden bir köşesine ellerim önden kelepçeli vaziyette holta atmaya başladım. Cezaevinin havalandırmasındaki gibi yere sağlam basarak tüm vücudunu hareket ettirecek şekilde holta atarsan spor olur, rahatlarsın, stress atarsın, kendine gelirsin. Yarım saat kadar da holta attım. Sonra demir kapı açıldı ve doktor odasına götürüldüm. Ellerim yine kelepçeliydi. Doktor masasının önündeki tabureye oturdum. Sol yanımda astsubay, masada biri solda erkek, biri masanın ortasında kadın iki doktor vardı. Tahmin ediyorum. Kadın olan doktor sorular sormaya başladı. Geceden uykusuz ve kafam allak bullaktı zaten. Sonradan anlayabildiğim kadarıyla daha önceki davalarımla da bağlantılı olarak savcı isteğiyle sevkedilmiştim. Olayın farkına varmam epey zaman aldı hatta koğuşa döndükten, ilk sigaramı yaktıktan, havalandırmada bir sağlam holta attıktan sonra filan...

Bütün bu sıkıntıları ciğeri beş para etmez, fırınında hâlâ lağam fareleri cirit atan, mahallenin ortasında kalmış, odun dumanıyla senelerce mahalleye kan kusturan, kambur bir dinci domuzu Tokat Belediyesi' ne şikayet ettiğim için yaşadığımı hatırlarsanız hikâyemin ne denli değerli ve tarihi olduğunu daha net anlayabilirsiniz.

İlk doktor muayenesinde önüme çözmem gereken labirentler konuldu. Çıkış yolunu göster bakalım diyen doktor hanım ardı ardına labirentleri sıralıyordu. Bu arada kelepçemin biri çözülmüş diğeri sol elimde duruyordu. Beş tane kadar çözdükten sonra arada espri de yaparak, " çıkışı bulduktan sonra başlangıcı bulmak kolay" demiş ve  çözmüştüm. Elim titriyor sinirlerim gittikçe zorlamaya başlıyordu. Birden kendimi kaybettim, "bu ne ya bir olur, iki olur hadi bilemedin üç olur" deyip fırlattım elimdeki kalemi. Sesimi yükseltmiştim bir an panik oldular. Erkek doktor müdahale edecek gibi oldu fakat astsubayın işaretiyle odadan çıktım. Yeniden nezârethanedeydim. Aradan bir - iki saat kadar daha geçti. Bu defa başka bir odaya, farklı bir doktor hanımın karşısına götürüldüm. Kadıncağaz yüzüme bakıyor göz temasıyla ilk tanımasını gerçekleştirmeye çalışıyordu. Bir kaç soru sordu. "Neden burada olduğunu biliyor musun" gibisinden... "Neymiş suçum" dedim. "Anlat" dedi. "Ne anlatayım" dedim. "Cumhurbaşkanına hakaret etmişsin" dedi. "Konuşmak istemiyorum" dedim. Gerçekten de konuşmak istemiyordum. İçimden gelmiyordu hatta kusmak istiyordum. "Sabaha kadar bekleriz o zaman" dedi. "Bekleyelim" dedim gözlerine içine dik dik bakarak. Ciddi olduğumu anlayınca pes etti. Oradan da çıkarılıp geri getirildim nezârethaneye. Bu arada öğle arası olmuş yemek molası verilmişti zannımca. Demir kapının ardından seslenen astsubay "sigara ister misin" dedi. "İstemem" dedim. "Yemek ister misin" dedi. "İstemeem, bir şey istemiyorum" diye bağırdım. "Görevim bu istersen yemek getirebilirim" dedi. Cevap vermedim. Aradan bir saat kadar geçtikten sonra yine sağımda bir, solumda bir er koluma girerek, bir nevi sürükleyerek, bu defa merdivenlerden çıkarıp ana girişten, sivil halkın arasından geçirerek kurul odasına doğru götürdüler. Bu sahneyi daha önce görmüş, hatırlamış ve irkilmiştim. Berbat bir durum olduğunu belirtebilirim. Önceki kurul bekleyişlerimde sivil, normal bir vatandaş olarak oturduğum koltuğun hemen önünden bir dizi mahkumu elleri ve ayakları kelepçeli sağ ve sollarından askerler dizili şekilde önümden geçirmişlerdi. Şimdi ben, tek başıma o askerlerin arasındaydım. Acaba beni izleyenler arasında kimler vardı! Saçma sapan bir sürü soru zihnimde dolaşırken, utançtan yerin dibine girmek istercesine geçip gittik. Kurul odasının yanında kelepçelerim çözüldü. Bildiğim, tanıdığım, daha önce iki kez daha yaşadığım sahneye bu defa üçüncü çıkışımdı. Bu defa tutuklu olarak orada bulunuyordum. Yüzlerin çoğu tanıdıktı. En baştaki hastane başhekimi profesör hanımı zaten tanıyordum simâ olarak. Tanışık olduğumduzu da belirtmek istercesine "meribaa" deyip yerime oturdum. Masanın bana göre sol en başında başhekim hanfendiye göre hemen sağ başında oturan beyin irkildiğini oradan görebiliyordum. Hekime hanım o bilindik sorusunu tekrar sordu: "Hakaretin ne olduğunu biliyor musun?" "Evet, biliyorum fakat ben hakâret etmedim" deyince kızar gibi olup bir kaç soru daha sordu. Bu defa ben kızmış ve sesimi baya yükselterek "saçma sapan sorular sormayın bana" dedim. "Ne sorayım pekiyi" dedi. "Doğru dürüst sorular sorun, bana katil veya hırsız muamelesi yapmayın" diye bağırdım baya. Ortam birden buza dönmüş en sağdaki bana göre en soldaki beyefendi müdahale edecek olmuştu. Doktor hanım eliyle susturdu bahsettiğim doktoru. Bu arada astsubay arkadaş hemen solumda ayakta bekliyordu. O bana seslenerek "Abi" dedi. Ne de olsa cezaevinin koruması altında, cezaevinden birisiydim. Sahip çıkar gibi oldu yani anlayacağınız. Son soruya "konuşmak istemiyorum" diyerek cevap verdim ve işlem tamamlandı. "Çıkabilirsin" dediler ve çıktım. Ellerim yeniden kelepçelenip sivil halkın arasından geçirilerek linke bindirildim ve yeni mekanıma doğru yola koyulduk.

Bana göre bütün bu saçmalıklar taa 15 Temmuzdan önce sırf kendi boklu götlerini kurtarabilmek ve bana "ceza-i ehliyeti yoktur" belgesi vererek kurtulmak isteyen liyaketsiz, beceriksiz, uyuz, mıymıntı, korkak memur taifesinin bir oyunuydu. Nasıl kurtulabileceklerini, vicdanlarını nasıl rahatlatabildiklerini merak ediyorum. Tokat' ımızın başına bela olan, nüfusunun yarıya yakınını göçe zorlayan, köyleri boşaltan, fabrikaları kapatan, rezil oğlu rezillerin dikdatörlüğünde bütün bunları kayıtaltına alıyorum ki gelecek nesiller okusun ve öğrensinler ne çileler çektirdiklerini. Sadece benim bu mücadele sırasında verdiğim 8.000' e yakın sıralı şikâyet dilekçemin neticesi buydu. "Ancak deli raporu vererek kurtulabiliriz bu hak arayan üşütükten" diye karar verdiler kanımca. Şikâyetlerimin hiçbirinden vazgeçmiş değilim. Bundan sonra vazgeçmem de imkansız, zaten. Nasıl olur bilemiyorum fakat bu acıların bir karşılığı mutlaka olacaktır. İnancım bu... Denetimli serbestliğimde bile yazılarımı kontrol edip yeni suçlar ve deliller arayanlara derim ki: "Daha önce de yazdığım gibi sizi simitçi kurtaramaz. Gökten cebrail inse o bile kurtaramaz. Adalete tanrıya inandığım gibi inanan birisiyim ben. Adalet mutlaka, öyle veya böyle yerini bulacaktır". Görmek istiyorum bu kadar. Hayattayken adaletin yerini bulduğunu görmek istiyorum.

Dilerseniz size gelecek bölümlerde şimdiye kadar internet imkanlarını kullanarak neler ürettiğimden bahsederim. Şimdiye kadar hiçkimsenin yapmadığı işler yaptım ben. Bütün yaptıklarım orada durmakta ve sürekli üretmektedir. En küçük bir örnek vermem gerekirse tümü kendi imkanlarımla gerçekleşmiş, başlangıcında günlük 1 lira internetcafe gideri bütçesiyle oluşmuş, zamanla uluslararasına geçmiş ve sonunda beş yüz binden fazla bireyle birebir iletişimle işleyen "online eğitim kursu" projemi başarıyla tamamladım. Geleceğin projeleri türünden işlere imza attım. Bütün bunları yaparken de ne paranın, ne koltuğun, ne makam veya mevkinin peşine düşmedim. Tümüyle içsel dürtülerin ve sevgili milletimin bana verdiği "Eğitim Fakültesi" mezunu olmanın kazanımları ile gelişen bir süreçler bütünüydü. Kendimi bu halka karşı her zaman sorumlu hissettim. Bir şeyler yapmalı ve borcumu ödemeliydim. Ben de öğretmenlikten kovulduktan sonra yurtdışına gitmiş oradan da epey tecrübe biriktirerek bu oluşumları gerçekleştirmiştim. Tüm internet sitelerim faal, üretken kendi süreçlerini geliştiren biçimde işlemeye devam ediyor. Bu alçaklara hakkımı helal etmem, şikayetlerimden vazgeçmem asla ve asla mümkün değildir. Bunları affetmek adalete zulümdür. Benim adıma hangi hal ve şekilde olursa olsun affettiğini belirtenlerden de şikayetçiyim. Şikayetlerinden vazgeçenlerde de şikayetçiyim. Ümidimi asla yitirmedim. Adalet mutlaka yerini bulacaktır.



Cezaevine girişte üzerimden çıkan ve girişi engellenerek kargo ile eve gönderilen eşyalarımdan bazıları bunlardı. Gazi Osman Paşa Üniversitesi Diş Polikliniğinden kimlik kartı, banka kartları, cüzdan, makas, parfüm, güneş gözlüğü, şapka, cep telefonu... Bütün randevularım iptal olmuş, iletişimim tümüyle kopmuştu artık. Kargo eve gidince ölüden geri kalanları teslim alan aile yakınlarının tepkisini vermişti ailem. İlk defa yaşayarak şahit olduğumuz değişikliklerin hayatlarımızı nasıl etkileyeceğinden habersizdik. Herkes kendi zihninde varolanla bir şeyler bulmaya çalışıyor neler olabileceğini, ne yapmak gerektiğini, konu hakkında bilgi sahibi olup olmayanların kimler olduğunu, çevremizde kimlerden bilgi alınabileceğini filan tartışıp duruyordular.

Genel olarak "soğuk" isimlendirebileceğimiz yaşamın bu tür noktalarında yalnız olduğunuzu iyi bilin. Binlerce yıllık geçmişten süzülüp gelen uygulamaların ülkemizde işleyiş biçimine uyup sağlayıp sağlayamamakta özgürsünüz. Önceden de dinlediğim bir takım suç hikayeleri olmuş, ilk dinlemede sarsıntı geçirip hüngür hüngür ağlamıştım bile. Onlar benim başıma gelmedi fakat anlaşılabilmesi için bir kaç örnek vermek istiyorum:

Terörün kol gezdiği, vatandaşların güneş battıktan sonra sokağa çıkamadığı, gündüz dolaşanların neredeyse tamamının da kamuflajlı olduğu Güney Doğu Hikayeleridir bunlar. Savaş hukukunun işlediği bir ülkede gerisi lafu güzaf, martaval, yalan dolan, kandırmaca ve avuntudan başka bir şey değildir. Ülkenin yarısından fazlasını direkt etkileyen olayların acısı dinmemiş milyonlarca insanımızın hayat çizgilerini değiştirmiştir.

Şırnak' ın İdil ilçesinde yaşayan bir ailenin hikayesinden kısa bir kesit sunmak istiyorum. Sene 1990' lar... Hikayemizin ana karakteri Mehmet o tarihlerde 14 - 15 yaşlarında bir genç ve ailenin onu erkek dördü kız on dört kardeşten birisi. Kendisinden büyük üç abisi, iki de ablası var. Babaları mele tabir edilen din adamı ve köyleri gezerek ihtiyacı olanları kazanabilen bir kişi. Kendilerine ait küçük bir bahçeleri var. Terör örgütünün arzularıyla çelişen bu aileye ilçeyi terketmeleri emri dağ kadroları tarafından verilir. Nereye ve nasıl gideceklerini bilemeyen aile önceleri ayaksürüyüp çevrelerinden yardım isterler fakat hiç bir tanıdık dertlerine deva olamaz. Neyse pılıyı pırtıyı toplayıp Batman' ın İpragaz mahallesine taşınırlar bütün aile. Yeni kurulan bir mahalle olan İpragaz Mahallesi bölgenin her yerinden göç almaktadır. İnşaat ve saire işlerde çalışırlar ülkenin batı tabir edilen şehirlerinde; Edirne, İstanbul, İzmir, Antalya, Mersin, Afyonkarahisar... pek çok şehire genellikle yaz mevsimlerinde gidip çalışır kazandıklarıyla ihtiyaçlarını karşılar, artırdıklarıyla da kendi evlerini inşaa etmeye çabalarlar. Seneler geçer bu şekilde fakat terör iyiden iyiye azgınlaşmış köyler yakılıp yıkılmakta, sokak ortasında güpegündüz cinayetler işlenmektedir her gün. İnançla yoğrulan bir aile oldukları için örgütün eylem ve söylemleri bir türlü içlerine sinmez. Büyük abilerden biri tepkilerini daha açık ve cesur verir. Örgütün gözüne batan ağabeyi bir kış mevsimi, kapısının önünde odun kırarken, akşama yakın, dağ kadrosundan beş militanın uzun namlulu silahlarından çıkan mermi ile can verir. Tek kurşun kalbinin aort damarını koparmış ve hayatını kaybetmiştir ağabeyleri. Bir hanım ve üç çocuk kalakalır. Mehmet ağabeyinin hanımını ve çocuklarını yanına alır ve on erkek kardeş intikam ateşiyle gözlerini karartırlar. "Şüphelendiğimiz kim varsa öldürdük" diyen Mehmet ve kardeşlerine silah ve mühimmat bizzat devlet tarafından yer gösterilerek verilir. Mehmet artık Çelik değil Aslan olmuştur. Sokağa çıktığında herkes kapısını penceresini kapatıp alelacele evlerine kaçışmaktadır. Gel zaman git zaman olaylar şiddetini artırarak devam eder. Arşivlere ve istatistiklere göz atarsanız yaşananların tarihi değer taşıdığını ve benzeri binlerce değil milyonlarca hikaye olduğunu rahatlıkla görebilirsiniz. İşte tam hikayelerin bu kısmında GAYRİMEŞRU yani söylenemeyen, yazılamayan, anlatılamayan, ifade edilemeyen, ifade edilse de kimsenin anlamayacağı, anlamak istemeyeceği şeyler / gerçekler oralarda bir yerlerde durmaktadır.

Bir gece vakti polis tarafından evi basılan Mehmet nezârete götürülür ve 27 gün en ağır işkencelerden geçer. İlk gününde, daha hiçbir şey sormadan işkence odasına çekilir ve falakaya asılır, elektrik verilir, soğuk suyla ıslatılır ve bildiğiniz diğer onlarca işkenceye maruz kalır. Daha sonra yüzleştirilir, tekrar sorgulanır, diğer ifadelerle ifadeleri karşılaştırılır filan Mehmet' ten çıt çıkmaz, hiçbir suçu kabul etmez. Yirmi yedi günden sonra serbest bırakılan Mehmet başına gelenlerin gerçekten de "pişmiş tavuğun başına gelmediğini" söyleyip dururdu. Aradan kısa bir süre geçtikten sonra kendisine bir mesaj gelir. Telefon mesajı değil tabii yazılı veya sözlü bir mesaj. Bir arabaya bindirilir ve daha önce hiç görmediği yerlerden geçirilerek beton duvarlar içinde bir dehlize götürülür. Odanın içinde bir masada oturan kişi Mehmet' e: "Tebrik ederim Mehmet, senden bu kadarını beklemezdim. Ne dilersen dile benden!" Mehmet' in aklında böylesi alangirli işler olmadığı için ne diyeceğini bilemez ve bir  şey istemez da... Kendi işinde gücünde, ailesinin sorunları ve sorumluluğuyla yaşamak istediğini filan söyler.

Demem o ki: "Bizimki gibi geri kalmış memleketlerin sorunları hiçbir zaman bitmedi bundan sonra da bitmeyecektir. Görünen budur. Eldevar da budur. Bu tarladan bu kabak yetişir. Çok köklü ve ciddi - temel değişiklikler yapılmadan bu ülkenin insanının / vatandaşının huzurlu ve mutlu olması imkansızdır. Güzel ülkenin en zengin kıyı ve köşelerinde yaşamlarını sürdürenler bile mutsuzdurlar. Dünyanın en mutsuz ülkelerinden bir tanesinde yaşıyoruz. Oysa ülkemizin zenginlikleri saymakla bitmez. Eğitim sorunu kendi alanım olması hasebiyle de en belli başlı sorunlardan biridir. Çok basit yol ve yöntemlerle kendi bireyini, evladını, çocuğunu, vatandaşını yetiştirip geleceğe hazırlayan ileri memleketleri kıskanıyoruz çünkü bizim ülkemiz kendi vatandaşına düşman gözüyle bakıp, ezilmesi gereken böcek muamelesi yapıyor. Bunu yaparken de hamâsi tarih, ossuruktan din, kim olduklarını kendilerinin de bilmediği kahramanlar filan kullanılıyor. Herhangi sömürücü  / sömürgeci ülkenin kolonisi veya sömürgesi olsaydık ancak yaşanabilirdi bu kepâzelikler. Dava dilekçelerimde de bir kaç defa yazdığım gibi; siz hangi devletin memuru olduğunu bilmeyen sömürge ajanlarısınız ve maaşlarınızı bu yoksul halkın ekmeğinden, suyundan, tütününden, benzininden, mazotundan alıyorsunuz. Bana acımıyorsanız bari bu yoksul ve tarih boyu çekmediği çile kalmamış halka acıyın!"

Eşyalarım paketlendikten sonra ve özel odasında üst aramam gerçekleştirilince artık yeni dünyama girmeye hazırdım. Soyunduğum elbiselerimi tekrar giyindim ve elçantamda getirip girmesine izin verilen eşyalarımı da elime aldım. Önce bir kasa içine koymam söylendi fakat daha sonra "eline al" dediler. Kucağımda eşyalarım yeni yatağıma doğru gidiyordum. Kapılar açılıp kapandı. Son üst aramasından sonra içeri sokuldum. Yepyeni yüzler ve gözler bana bakıyordu.

Benden sonra, epey zaman sonra "göçmen kaçakcılığından" Niksar' da yakalanan Dursun Dayı' yı hatırlıyorumda adamcağız hayatında ilk defa - benim gibi cezaevine düşmenin o şaşkınlığını atamamıştı bir türlü. Dokunsan ağlayacak haldeydi. Ben yine arkadaşların da söylediğine göre "kırk yıllık mahkum gibi" rahatmışım, çabuk alışmışım. Dursun Dayı iki poşetiyle girdi içeri. Yanında yatağı vardı. Üzerinde eskimiş bir ceket, yüzünde şaşkınlığın kızarıklığı, öylece kalakalmıştı. Ona ilk teselliyi ben verdim: "İlk defa cezaevine girdin herhalde, belli oluyor" deyince "evet" diyebilmişti. Aslında teamüllere aykırı olsa da ilk konuşmayı ben yaptım. Normalde daha eski mahkumların alıp konuşması, bilgilenmesi ve bilgilendirmesi gerekiyordu. O sırada koğuş sorumlumuz hücre cezasında olduğu için koğuşumuzda bir başıboşluk vardı. Herkes kafasına göre takılıyordu. Dursun Bey Ordu' nun Akkuş ilçesinden olup, İstanbul Kağıthane' de yaşayan bir otobüs şoförü. Erzurumdan aldığı seksen kaçağı Gebze' ye götürürken Niksar' da yakalanmış. İlk ifadesinden sonra salıverilmiş fakat çok geçmeden savcının talebiyle tekrar tutuklanıp cezaevine gönderilmişti. Durumu benden iyiydi. Ben geldiğimde üzerimde iki yüz liradan biraz fazla para vardı. Dursun Ağabey' in (amca, dayı, bey, abi, ağabey... birbirine karışır gider cezaevinde) cepleri doluydu. Başka bir koğuşta ilk gelenin birini duvara döndürüp "bak şurda kamera var. Anlat bakalım" diye saatlerce duvara konuşturmuşlar fakat Dursun Bey' e öyle bir şey yapılmadı. Sadece sandalye, diğer arkadaşların kantin eksikleri filan yazdırıldı o kadar. Üç yüz lira kantin limiti tümüyle dolduruldu yani. Halinden memnundu aslında, çabuk alışacak gibiydi. Havalandırmayı gösterip "bak, burası havalandırma. Birazdan güneş kararmadan kilitlenir. Dilersen çıkıp hava alabilirsin" dediğimde "yok" demişti ilk önce fakat Hakan' la muhabbeti sardırınca birlikte çıktılar ve kapı kilitleninceya kadar havalarını aldılar.

Benim yatacak yerim vardı fakat benden sonra gelenlerin dördü de yerde yattılar. Daha sonra boşluk oldukça ki ilk boşluk hücreye giden iki arkadaşımızın yerlerinin boşalmasıyla oluştu ki o da geçici bir boşluk, Angaralılar yerde yatmıştı. Dursun dayı da  yerde yatıyordu. Dolabı bile yoktu. Eşyaları çöp poşetinin içinde yer yatağının üzerinde veya yanında duruyordu. Daha önceleri sekiz kişiye kadar yerde yatan olduğundan bahsedip dururlardı. Yerde yatmak berbat bir şeydir. Gündüz yatağını toplamak zorunda kaldığın için yat saatine (sessizlik saati) kadar kıyıda köşede kıvranıp durursun. Tam bir şapşal durumdur ve kimsenin ne dediğini bile anlamaz haldesindir. Ben o konuda şanslıydım ilk gün yerim boştu ve yatağımı koyup mışıl mışıl uykuya daldım. Aramızda kalsın evden bile rahattı benim ilk gecem çünkü evde sürekli komşu esnaf bozuntusunun gürültüsünden şikayetçiydim. Burada çıt bile çıkmıyor üstleri örtülü muhabbet kuşlarının kanat sesleri bile duyulabiliyordu. İlk rüyamda Batman' da öğretmenlik yaptığım köyün dağdan fışkıran şelalelerinin altında ağaçların altındaki taş oturağı ve yüzüme çarpan su zerrelerini gördüm. Etraf oldukça ışıklı ve güzeldi. Köyün güzel kızları uzaktan gelip geçiyor birbirlerine bir şeyler söyleyerek gülüşüyorlardı. Aralarında öğrencilerim de vardı. Birkaçı el salladı, laf attı: "Ne yapıyorsun hocam orada yalnız başına?" "Çok güzel burası, burayı bana verin" dedim. "Olmaz hocam, orası aşıkların yeridir, sen daha yenisin" dediler.

Çok güzel bir ülkemiz ve harika insanlarımız var. Gelin yaşamı yaşayalım. Hayatı zindan etmeyelim. Yaşamak güzel. Nefes almak güzel. Bize bu kötülüğü yapmasınlar!




Polis memuru bozuntusu Cafer' i yazmazsam haksızlık olacak. Onu da yazayım yeri gelmişken: Aradan bir kaç sene geçtikten, dilekçelerim sayı numarası 300' e yaklaştıktan sonra hakkımda açılan "hakaret davalarının" sayısı da günden güne artıyordu. Ortalarında saydığım hikayemin dosyalarından bir tanesinde "Madımağı ateşe veren, parti binaları yakan Türk - İslamcı kuduz it sürüsü nerdesiniz? Suriye' de ananızı avradınızı, dininizi, kitabınızı, aşiretinizi, boyunuzu s*kiyor elin rusu, iranlısı, afgani, hizbullahçısı, Esedi v.s." Kışkırtıcı bir yazıydı ve Adana / Ceyhan' dan gelen şikayet dilekçesi ile savcılığa sevkedilen yazımın ifadesi polis tarafından alınacaktı. Olay 15 Temmuz' dan  önceydi. Suçu Önleme Şube Amirliği gibi bir bölüme cep telefonumdan çağrı yapılarak davet edildim. Evimize beş dakikalık Tokat Merkez Emniyet Amirliğine gittiğimde bu zat-ı muhteremi de tanımış oldum. Daha sonra bir kaç sokak gösterisinde elinde telsiz, sivil kıyafetlerle filan da görmüşlüğüm vardır. İşte bu adam beni suça teşvik eden "neden sopalamıyorsun" diye kapı aralayan ve daha sonra Tokat Adalet Sarayında uzunca sohbet ettiğimiz bir devlet memuruydu. Karışmasın konular! Şuradan giderseniz çok rahat çözersiniz: Bu adam neden bu işlere bulaşmıştı? Tokat Belediyesi' ne şikayet ettiği esnaflar yüzünden... Çözüldü sanırım. Cafer' in sopalamamı istediği şikâyet ettiğim esnaflardı.

On beş Temmuz' dan sonra Cafer' e Tokat Adliyesi' nde söylediğim gibi: "Burada bir savcı bozuntusu vardı. Beni odasına polis zoruyla getirtip ifademi alan bir Cumhuriyet Savcısı bozuntusu bir savcı. Ona dedim ki -yerleriniz paspaslanıyor. Çay diyosunuz çay, maden suyu diyosunuz maden suyu, kahve diyosunuz kahve geliyor. Aydan aya tıkır tıkır maaşlarınızı çekiyorsunuz. Hediyeler filan da gelip gidiyor. Vatandaşın sorununu çözsenize, ne diye uğraştırıyorsunuz?" Eşşekten düşmüşe dönen savcı daha sonra ortalıktan kaybolup gitti. FETÖ tutuklusu, kaymakamlar cezaevi olarak da bilinen Tokat - Çamlıbel' de ki benim de yattığım yerdi, olması ihtimal dahilindedir.

Karışık gidiyor farkındayım fakat zihninizdeki noktaları birleştirdiğinizde en zor psikiyatrik soruları kolaylıkla aşıp resmin tamamını görebileceğiniz muhteşem bir hikayeler bütünü sunuyorum siz değerli okurlarıma.

O savcılardan bir tanesine de "Cumhuriyetin c' sinden haberi olmayan onun bunun çocuğu ... ..." yazmış Tokat Adliyesi' nde nâmım almış yürümüştü. Anacığım savcı kapısında göz yazı dökerken adliyenin kanıbozuk ofis çalışanları "Erkan Yazargan tutuklandı mı" diye keyif ediyorlardı. Nereden nereye geldiğimizin umarım farkındasınızdır! Sistemin tümünün bu şekilde cılkının çıktığının herkes farkındaydı aslında da yapacak bir şeyleri yoktu. İşte o cumhuriyetin c' sinden haberi olmayan savcı ki dosyalarımdan sadece bir tanesi ona aittir, "namaz kılıyor musun, dindar birine benziyorsun" demişti bana. Beni zıvanadan çıkaran kişilerden birisi de budur. O ve onun gibi en az yüz tane devlet memuru, liyaketsizden oluşan dev bir arşivim var adliye arşiv dolaplarında. Bu b*ktan nasıl sıyrılabilecekler çok merak ediyorum.

Hastanede olduğu gibi tedaviler detaylarda gizliyse adlî çözümler de detaylarda gizlidir. Dosyalar birbirine karışmaya başladığında dünyanın bütün hukukçuları bir araya gelse içinden çıkamazlar. Artık kangrene dönen hastalığa ehil olmayan yeni mezun doktorlar veya doktor adayları müdâhale ederseler de olacağı budur. Ne onlar çıkabilir işin içinden ne de vatandaş huzur bulabilir.

İşin tuhafı benim en baştaki şikayetim halen, eksiksiz, en küçük bir değişikliğe uğramadan, olduğu gibi devam ediyor.

Eğitimli bir sporcu, usta bir dövüşçü, askerliğini dünyanın sayılı komando eğitim merkezlerinden Eğirdir' de yapmış bir vatandaş olarak adaleti kendim te'sis etmeye kalkışırsam yüzlerce değil binlerce insanın canı yanar. Dolayısıyla işlerin hiçbiri bu raddeye gelmeden önce hatta suç olabileceği tahmin edilen durumlarda müdahale edilmelidir. Bizdeki gibi hem Suç Önleme Şube Müdürlüğü' nde görev yapıp maaş alıp hem vatandaşı "neden sopalamıyorsun sen bunları" ile suça teşvik eden kahpe döllerinden tabii şikayetçiyim. Onların yüzünden hak eden ve ülkesini gerçek seven memurlar hem işsiz kalıyor hem de bu suç çarkları gün geçtikçe çözümsüz büyüyerek dönüp duruyor. Evine gidince, çocuklarının veya diğer aile üyelerinin arasında nasıl oturabiliyorlar anlayamıyorum. "Hayatım bugün Suç Önleme Şube' de bir salak gördüm. Onu suça teşvik ettim. Adam komandoymuş. Tokat' ın *mına koyacak yakında. Hah hahh haa" diye konuşuyordur herhalde.

Bir duruşma esnasında Tokat Belediyesi' nin avukatına da dediğim gibi (neler yaşamışız neler) "Katil mi olayım, neden sorunu çözmüyorsunuz, madem avukatlığını yapıyorsun aracılık yap bâri"... İddia neydi hakkımdaki "Tokat Belediye Başkanı' na hakaret". Ne demişim? Bir şeyler yazmıştım işte. Daha öncede belirttiğim gibi sıralı dilekçelerimin sayısı 300 civarındaydı ve bu dilekçeleri e-mail yoluyla başta bimer, İçişleri Bakanlığı, Tokat Valiliği, Tokat Belediyesi, Tokat Belediyesi Zabıta Amirliği, Tokat Halk Sağlığı Müdürlüğü, Tabipler Odası, Baro, Sağlık İl Müdürlüğü ve ilgili milletvekilleri olmak üzere 40 kişi ve kuruma birden gönderiyordum.

Akıl alacak gibi değil değil mi! Akıl yok ki zaten, neyi alacak?

Neyimi alacaksınız dediğimde bir gün - günlerden bir gün, "aklını alırız" demişlerdi hatta bir tanesi "çocuklarını alırız, haklarını alırız, her şeyini alırız" bile demişti.

İşte bunlardan dolayı çevremdeki hatta bu metni okuyan arkadaşlarım bile dut yemiş bülbül gibi öylece duruyor, tepki vermiyorlar. Tepki verseler benden daha beter olacaklarını düşünüyorlar kanımca. Son paylaşımlarından birinde "Korkmayın Türklüğün yüzkaraları, hapishanelerde yer yok" yazmıştım. Trolller bunu da kopyalayıp yapıştırıp, şikâyet dilekçesine döndürmüş maaşlarına ek almayı tasarlamışlardır. Haklısınız! Nerden bulaşacaksınız ki bu işlere. Bulaşsanız bir türlü bulaşmasanız bir türlü. Yazsanız bir türlü yazmasanız bir türlü. İçinden çıkılmaz düğümleri daha da düğümlemiş olacaksınız. O uyanıkların buldukları bir çözüm var: "Şikayetten vaz geçirme". Ne güzel dünya değil mi! Şikayetinden vazgeçir kurtul.

Hikâyemi diğerlerinin hikâyeleri ile bütünleştirdiğimde canlanıyor, daha lezzetli oluyor, yüzüne bakılır, eli tutulur hâle geliyor. Bütün bunlar Aziz Nesis yazıları, senaryoları filan değil bildiğiniz gerçekler, yaşanmış - yaşanan gerçekler. Bu durumda kötüyü yazıp yaygınlaştırdığım gibi olumsuz eleştiriler de alıyorum. Kimisi okuyup keyif alıyor, kimi hüzünleniyor, kimi yarıda bırakıyor, kiminse umurunda bile değil.

Sevgili okurlarım benim amacım bu yazılardan milyoner olmak (ironi) Biraz katkı verseniz çatlar mısınız, ne kaybedersiniz? Hiç olmazsa bir yorum filan ekleyin yahu!




Son bir kaç aya varıncaya kadar hastanenin önünden geçmeyen ben, başta pankreası olmak üzere tüm bedeni iflas etmeye yaklaşmış bir hastaydım artık. İlk kez şeker ve diğer kan tahlilim için gittiğim Gazi Osman Paşa Üniversitesi Hastanesi Dahiliye bölümündeki doktora "hayatımda ilk defa hastaneye geliyorum. İnanmazsanız bilgisayar kayıtlarına bakabilirsiniz" dediğimde, "gerçekten de hiçbir kaydınız yok" demişti.

Bedenimi iflas ettiren davalar sürecimde beni en çok üzen devlet görevlilerinin vurdumduymazlığı ve bütün suçu benim üstüme yıkmak için açtıkları "karşı davalar" olmuştu. Ben onlara gürültüden şikayetçiyim derken önceleri görmezden, duymazdan gelmiş ben üsteleyince karşı davalar açmaya başlamışlardı. İlk defa fezlekenin ne olduğunu o dönemde araştırıp bulmak zorunda kaldım. İlk karşışılanlar her zaman ama her zaman tedirginliğe yol açar. Ben de haklı olarak tedirginlik üstüne tedirginlik yaşıyordum. Bir türlü anlayamadığım şey, hâlâ devlet denilen düzene çöreklenen imza sahipleri veya ofis çalışanlarının aslında yürüttükleri bütün işlem ve işleyişlerin neden benim için kapı duvar betona dönüşmüş olmasıydı. Aksine, karşı davalar tümüyle zıvanadan çıkıp çıkarıyor bulduğum tüm yollarla haklılığımı ispat etmeye çalışırken ben de bastırdıkça bastırıyordum.

Tanıyıp tanımadığım, bilip bilmediğim, tahminen ilgili olabileceğini düşündüğüm ne kadar kişi, kurum ve e-mail adresi varsa dilekçe bombardımanına tuttum. Avrupa Birliğinden, Birleşmiş Milletlere varıncaya kadar önünü sonunu hesaplamadan elimdeki tüm dosyaları gönderiyordum.

Afallatan sarsıntılar sürerken hem benim açımdan hem devlet çalışanları açısından alışılagelenin dışında gelişmeler oluyordu. Ne yapacaklarını şaşırmışlardı. İlk etapta benimle birlikte şikâyette bulunanların tümünü -ailem dahil olmak üzere, kandırmaca bir dilekçe ile şikâyetlerinden vazgeçirdiler. Onlara göre eften püften, uğraşmaya değmez, gereksiz, anlamsız bir davaydı bu. Oysa benim için hayati önem kazanmış, hayatımın meselesine dönüşmüştü. Sürecin içine daldıkça daha fazla öğreniyor yaptığım işle gurur duymaya başlıyordum. Tahmin edebildiğimin en az yüz hatta bin misli kirliliğin tüm kamu kurum, kuruluş ve kişilerini sardığını görmeye başladım. Seçim süreçleri bir türlü bitmeyen ülkemin neden böylesi cenderelerde sıkışıp kaldığını da daha net görebiliyordum. Oy alabilmek için ne lazımsa meşrudur, gayrimeşru anlayışı ister istemez her yere hakim olmuştu. Memurun mühakematı maddesi başlıbaşına bir dokunulmazlık alanı olup kimse kimsenin etlisine sütlüsüne karışmıyor, herkes kendi keçisini gütmeye çabalıyordu. Ordan oraya savsaklayan, "bizimle alakalı değil, başka yere gidin" diyen cümleler tüm cümleleri bastırıyor, ilk zamanlarda yazılı çıktı alabildiğim kurumlar belgeleri delil gösterip davalarımı sürdürdükçe çıktı vermek de istemiyordular. Bütün bunlara rağmen beşinci duruşmamda "bundan sonra yazarsan beş yıl hapis cezası ile cezalandırırım" sözü üzerine e-mail' den yazmayı tümüyle bıraktım. Bazen canım burnuma geliyor yazmak istiyordum fakat yazamamak için e-mail adresimi bile tümüyle iptal ettim. Bütün bu iyi niyet ve fedâkarlığıma rağmen devlet denilen domuzlar düzeni peşimi bırakmıyordu. Adli yıl açılışlarıyla birlikte haftalık adliye seyehatlerim başlıyor hayatımın yarıdan fazlasını karşı davaları savunmalarım için harcadığım zamanlar alıyordu. Benden bir tek şey istiyordular. Bir boş kağıda çok basit bir cümle yazıp altını imzalamak: "Şikayetlerimden vazgeçiyorum. Geriğini..."

Bu kadar kolay olsaydı katır diye bir varlık olmazdı sanırım. On dört yıl, gece ve gündüz, yirmi dört saatlik bir çabayı bir tek cümle ile halletmek bu kadar olamazdı! Kız kardeşim sinirinden kanser hastası olup tedavisini görmüştü. Babam işitme kaybına uğramıştı. Ben, annem ve babam diyabet hastası olup insüslin kullanmaya başlamıştık. Sikerdik böyle böyle devletin böyle adâletini. Kaybedecek bir şeyimiz kalmamıştı doğrusu. Sağlığımızı kaybettikten, yaşama sevincimiz çalındıktan, hayatımızın içine edildikten sonra elbetteki vazgeçmeyecek ve tüm imkanlarımızla mücadelemizi sürdürecektik. Kendi adıma kararlıydım. Ailem vazgeçse bile vazgeçmeyecek. Sokağa düşsem bile asla ve asla istedikleri o vazgeçme yazısını yazmayacaktım.

Yazmadım da... Bundan sonra da yazmayacağım. Birileri benim adıma yazıp imzalarsalar bile kesinlikle ve kesinlikle bana ait değildir. Buradan bildiriyorum.

Bütün bu süreçlerimde ne bir yakın, ne bir dost, ne bir parti, dernek, kurum, kuruluş, destek veya dayanışma grubundan yardım almadım. Yardım almayı bırakın selam bile almadım. Konuyu azçok bilenler bile uzak duruyor, anlamlandıramıyor, daha çok korkudan tir tir titriyor, bana necilik oynuyordular. Bildiğim için kimseye bir şey söylemedim ve yardım konusunda ısrarcı olmadım. Elimden geldiğince, elim tuşa bastığınca, bilgim becerimce, tecrübelerimce mücadelemi sürdürmeye kararlıydım. Bu işten zevk almaya bile başlamıştım. Kendimi anlamlandırırken Türkiye Cumhuriyeti' nin ossuruktan düzenine karşı mücadele eden, vatansever, insanperver, Cumhurbaşkanı filan takmayan, partiler üstü, siyaset dışı, sıradışı görüyordum kendimi. Öyle olduğum doğrudur da...

Cezaevindeyken gördüğüm ve tecrübe dağarcığıma aktararak zenginleştirdiğim önemli cümle şudur: "Kantinde paran varsa gerisini düşünme,  yoksa da ölü taklidi yap. Ölü değilsen bile kısa süre sonra ölürsün zaten. Ya kahırdan ölürsün, ya hastalıktan"...




Çamlıbel denilince sizin aklınıza ne veya neler gelir bilemiyorum ama BİZİM aklımıza Köroğlu gelir. Tokat T Tipi Cezaevinin kurulduğu yer tam da Çamlıbel' dedir. Kimine göre tesâdüf olsa da hayatın döngülerinin tesâdüfle uzaktan yakından alâkası yoktur.

Köroğlu' nun "Ruşen Ali" varyantı Anadolu' muzda asırlar boyu dilden dile söylenegelmiş muhteşem bir varyanttır. Doğu Türkistan' dan Kosova' ya kadar uzanan dünyamızın en güzel coğraflarında 34 varyantı ile UNESCO' NUN da "Yaşayan İnsanlık Mirasında" yer alan bu dev kültür yoğunluğunun BİZİM tarafımızdan bilineni pek yaygın değildir.

İşte tam da burada gayrimeşrunun tılsımlarından birine dalarız: Türk Töresinde "Yol Hakkı" denilen ve toplumun ayakta kalmasını sağlayan ilginç uygulamalardan birinin canlandığı yerlerden sadece bir tanesidir Çamlıbel. Bugün "Kaymakamlar Cezaevi" de denilen bu yerin coğrafyası görülmeye değerdir. Anadolu coğrafyasının en ilginç noktalarından bir tanesidir. Havası inanılmaz doyurucu, oksijeni bol, toprağı verimli, insanı sağlamdır Çamlıbel' in. Gelgelelim Bolu' lular tarafından çalınan Köroğlu' muzun Bolu değil Boğlu Bey' ine (hemen burada) isyan eden bir Celali olduğunu, meşhur (hırsız) Ayvaz' ın da Ayvaz Suyu olup dünyanın her yerine Niksar Belediyesi tarafından satıldığını kimse bilmez.

Buradaki soru şudur: "Hak, hukuk nedir ve hak için mücadele edenleri kimler nasıl belirlemektedir?" Köroğlu yol kesen bir eşkiya, Ayvaz bir hırsızsa neden günümüze kadar kahramanlık hikâyeleri dilden dile anlatılagelmiştir?

Köroğlu' nun kendine has bir semahı yani ekolü - okulu olduğunu da kimse bilmez. Bilenler bilen tabi ama herkes bilmez. İki gayrimeşrudan bir kahramanlık hikâyesi çıkarıp diğer varyantlarıyla bütünleştirip "Yaşayan İnsanlık Mirasına" eklemek Türk Kültürüne has bir özellik olsa gerek. Robin Hood kahramanlık yapınca oluyor da biz yapınca neden olmasın!

Osmanlı zorbalarına diz çöktüren Köroğlumuz, Celalilerin piri Celal Baba' nın Erzincan' da tuzağa düşürülerek katledilmesi ve kesilen başının bugünki Erikli Baba / Zeytinburnu' na gömülmesinden sonra eline kılıcını alan bir HALK kahramanıdır. "Tüfek icadoldu, mertlik bozuldu" söylemi ile Türk Tarihinde çok önemli bir aşamayı kendi adına kaydettirmiştir. Karac' oğlanın da bir halk kahramanı olduğunu kimse bilmez fakat binlerce yıllık Türk Tarihinin ölmez bireyleridir bu kişiler.

Cezaevinin mimarı hanımefendi, söylendiğine inşaa bittikten sonra "koğuşları çok dar yapmışım" der. Gerçektende havalandırmasında üç kişi yanyana holta atamaz. İşte o holtalarda koğuş arkadaşlarıma Köroğlu hikayeleri anlattığımda hiçbirinin dikkatini çekmemişti çünkü onlar da Köroğlu' nun Bolulu olduğunu zannediyordular. Her ne kadar izah etmeye çalıştımsa da anlamadılar. Gerçi orada ceza çeken insan zihninin donuklaştığı, algılarının karmaşıklaştığı doğrudur. İlk günlerde o buğulu koridordan geçtikten ve yerime yerleştikten, yatacak yerim olduktan sonra bile günlerce buğudan kurtulamadım. En basit gazete bulmacalarının, en basit sorularını dahi çözemiyor kendimden endişe ediyordum. Acaba aklımı mı kaçırıyorum diye... Müjdat Bey' e anlatınca "normal, bende de olmuştu, zamanla alışırsın" demişti.

İnsan denilen varlık her türlü ortama uyum sağlama yeteneğine sahip olmasıyla hayatta kalma becerisi geliştiren en yetenekli canlılardan bir tanesi. Doğayı çekip çevirme özelliğinin yanında onu anlayıp, ona dışardan bakabilmesi ayrı bir mucizesi bana göre. Yine bana göre, kanımca, bulduğumca evrenimiz dediğimiz bu koskoca âlemin varolduğu ilk gününden beri zerremizle - atom çekirdeklerimizle hatta hidrojenken bile vardık ve varlığımızı milyarlarca yıl boyunca dönüştürerek bir yerlere kaydettik. Zihnimiz bu kayıtlarla dolu. Zaman zaman hatırlayıp kendimize geliyoruz. Farkediyoruz bu evrenin bir parçasıyız ve bu evren bizim gibi, biz de onun gibiyiz. Bu farkına varış isteklerimizi de körüklüyor. Dolayısıyla her yerine, en bilinmeyenine kadar bilmek istiyor, keşfetmeyi arzuluyoruz. Sanki oralarda bir şeyler var da bizim onu bulmamızı, görmemizi, ona dokunmamızı istiyormuş gibi...

Cezaevleri bu bakımdan dokunulması gereken yerlerdir. Her ne kadar koşullar iyileştirilmiş olsa da dünyanın her yerinde -nedense, olmazsa olmaz cezaevleri gerçeğinin incecik uçlardan dışarıya dokunduğu yerler dışardakileri irkiltir, sarsar, ürkütür... "Sabıkalı" vasfı alnının ortasına kızgın demirle damgalanmış gibi durur. Hırsızlık kayıtdışı bir meslektir. Katil denilince o insanın vücut kimyasının değiştiğini herkes bilir. Bir defa insan öldürenin artık o eski insan olmadığı başkalaştığı kesin kanıdır. Dolayısıyla âlemler arası gidiş gelişler cızırtılı, elektrikli, parazitlidir. Komşusunun sabıkalı olduğundan rahatsız olanların oranı yüksektir. İlk fırsatta o çevreden kaçıp kurtulmak isterler.

Parçaları bütünleştirdiğimizde şöyle bir şeyle karşılaşabiliriz. Haksızlığın olduğu yerde mutlaka isyan edenler olacaktır. İsyanın olmadığı yerde adalete gerek yoktur. Adalet ve isyan tersine paralel döngülerdir. Birileri isyan eder. Birileri tarih boyunca isyan etmiştir. Hiçkimse durup dururken isyan etmez. İsyan ediyorsa, etmişse bir sebebi vardır. Herkes isyan edemez. İsyan edenler nedense - çok tuhaf bir gerçek, tarih boyunca iyi yadedilmişlerdir. Özellikle halk arasında kahramanlaşmalarının nedeni onların vazgeçebilme yeteneğine sahip olmaları ve boyun eğememeleridir. Herkes bir yerde böylesine dikduruş sergilemek ister fakat yapamazlar. Ellerinden gelmez, çevreleri buna izin vermez, müsait değildirler.

Düşünsenize bir Köroğlu yolunuzu kesmiş ve "yol hakkı" istiyor. "Gardaş bize de yiyecek, giyecek lazım. Ne yapalım biz de yoldan gelip geçenlerden alıyoruz". "Hem yol hakkımızı alıyor, hem de buralara bu şekilde sahip çıkıyoruz" dediğinde nasıl karşılık verirdiniz? Şirin Ayvaz bilgi toplayıp "Köroğlu, şuranın beyi yoksul halka eziyet ediyormuş, gidek mi" dediğinde Köroğlu' nun diyecek sözü yoktur, gider, gitmek zorundadır. Onu Köroğlu yapan gidişidir. O zaman hak, hukuk, adalet, devlet, eşitlik olmadığı için mertlik kendini gösterir, göstermek zorundadır aksi milletler varolamazlar. Milletleri vareden öyle veya böyle adaletin sağlanmasıdır. Kimi Köroğlu olur, kimi adil devlet olur bunu gerçekleştirir.

Değinilmesi gereken diğer ilginçlik cezaevindeki tutuklu veya hükümlülerin oranın gerçeği gereği benliklerinin, egolarının, kişiliklerinin inanılmaz sağlamlaşması ve hassaslaşmasıdır. "Sandalyene sahip çık, başkasının sandalyesine de oturma" o kadar basit bir veri değildir. "Ne olacak otursam veya otursa" dediğinizde hem sandalyenizi hem kişiliğinizi kaybederseniz. Cezaevi insana kişiliğini öyle veya böyle, zorla da olsa kazandırır... Kendi başına nasıl hayatta kalıp, hayatını sürdüreceğini oralarda en çıplak gerçekleğiyle görebilirsin. Yaşı benim gibi büyük olanların bile en küçük yanlışlıklarında hizaya çekildiğini gördüm. Orada büyüğe saygı diye bir şey yoktur. Orada küçüğe sevgi diye de bir şey yoktur. Orada saf varlık vardır. Neysen osundur. Hiç kimse seni koruyamaz. Sen de hiç kimseyi koruyamazsın. Korumaya veya korunmaya kalkışırsan kendini kaybeder, yok olursun.

Daha sonra yavaş yavaş açılmaya zihnimi kontrol ederken bulmacalar iyi birer araçtılar. Aradan bir hafta geçtikten sonra bulmaca çözebilmeye başladım. Konuşulanları ve önemlisi konuşma aralarındaki imâları, esprileri, göndermeleri anlayamamanın ne kadar kötü olduğunu bilirsiniz. Tam anlamıyla şapşal bir durum ve herkes acemi olduğunuzun farkında. Uygun tepki vermezseniz terslenirsiniz. Biraz fazla güldüğünüzde "ne gülüyon lan" diyebilirler. Cevap da veremezsiniz bu durumda. "Sesini niye yükseltiyorsun" cümlesinin cevabı "yükseltsem ne olur" olduğunda faili mechul bir tekme ile merdivenden tepetaklak yuvarlanabilirsiniz, en basitinden.

Her koğuşun bir tarihi vardır. Oralarda çok farklı enerjiler yükselir. Oralardan yayılan enerjiler topluma öyle veya böyle sirayet eder. Okuduklarınızın tamamı gerçektir. Şimdiye kadar bu çıplaklıkta yazılmamış gerçekler cezaevlerinden yayılan enerjinin gücünü de gösterecektir. Siz bu alemin içindesiniz. Farkında olmasanızda bu âlem herkesi kuşatıyor. En iyisi farkında olarak yaşamaktır. Devam edeceğim...



Demir kapıların sesi bir süre sonra beyninizi kemirmeye başlar. Bir hafta sürer alışmanız... Dolayısıyla ortama alıştırmanız için bir ile üç gün arasında güvenlikte kalırsınız. Benim şansındam mıdır yoksa infaz koruma memurlarının insafından mı tecridte kalmadım. Hipnotize olmuş gibi koğuşun önünde buldum kendimi. Şangırtı desem değil, şungurtu hiç değil demir kapının sesi işte.

Demirde demirden yaşamlar. Yer demir gök beton, şairin ifadesinin aksiyle... "Ne işim var burada" kritik sorusuna zaman zaman, yer yer farklı farklı cevaplar verir bazen söyler bazen söyleyemez bazen içinize atarsınız. Kemiğe işleyen soğuğu yaşamadan anlayamazsınız. Zihnime bilerek kazıdığım ve beynim tümüyle çürüse bile hatırlayacağım yatakhane penceresinden karşı demir pancurlu pencere camına akseden görüntümdü. Uzamış sakallarım, ağzıma dolan bıyığım, şapşall şapşal kendine bakan gözlerim, on iki yemeğinden sonra adet haline getirdiğim ve tam koğuşa giren güneş ışığının gözlük camlarımı kararttığı güneşlenme seanslarım. "Güneş çok güzel" diyordum soranlara, "hava çok güzel", "bize bu kötülüğü yapmasınlar", "yaşam çok güzel"...

Dinci domuzlar taifesi taa öğretmenliğe başladığım yıllardan beri -nedense, benimle uğraşıp dururdular.  Şimdilerde hain oldukları iyiden iyiye anlaşılan sinsi Fetullhçı dinci devlet memurları o zamanlarda da etkin ve yetkindiler. Üniversiteyi yeni bitirmiş, yurdun en üçra köşelerinden birinde yurdum çocuklarına okuma yazma, Atatürk sevgisi, yurttaşlık bilinci, doğa, yaşam, bilim, insan, insan sevgisi dersleri verecektim. 28 Şubat dönemiydi. İlçe Milli Eğitim Müdürü, takunyalı sinsi alçağın tekiydi. İnadına mıdır nedir veya nereden özgüven oluşturmuşsa mesai saatlerinde pantolonunun paçalarını sıyırır, makam odasında hemen masasının altında duran takunyalarını giyer, "takka da tukkada" lavoboya gider abdestini alırdı. Eli kolu ıslak, yüzünden su damlayarak odasına geri döner, çekmecesinden çıkardığı havlusu ile kurulanırdı. Daha sonradan belediye başkanı adayı da oldu dinci sinsi domuz.... Görevime son verilip bir sene uzaklaştırma aldığımda, olayı çözmeye çalışırken yine kesişmişti zamanlarımız. Köyden yardım için gelen muhtarımız olayı nasıl çözebileceğimizi sorup soruştururken beyefendinin umurunda bile değildim tabii. Tecrübeli bir sinsiydi çünkü... "Hocam, kimler geldi kimler geçti de siz hala yerinizdesiniz" diyen muhtara "tecrübe her şeye değer" demiş ve "bir sene sonra, istersem göreve tekrar geri dönebileceğimden" bahsetmişti. İşte o dönem dersane ayağıyla çocukların aklına girip, ülkenin en zeki çocuklarını gerçekten de seçip alıyorlardı. Çocuklarımıza sahip çıkamadık. Çocuklarımızı elimizden aldılar. Çocuklarımızı bize düşman ettiler. En sinsi örgütlenmeyi gerçekleştirip ülkenin başına bela oldular. Çoğu olayın hâlâ farkında değildir. İçinde olanlar ise tümüyle fedaisidirler sinsiliğin. İşte o kahpe yapının kahpe uşakları yumoş karılarıyla sıcak yatak odalarında yatarken bizim gibi gözüne kestirdiklerine yaşamı zindana çevirmeyi sevap saydılar. Çok defa duymuşumdur: "Bunların analarından emdiği sütü burnundan getirmek lazım" sözünü. Kendi yurttaşına bu denli düşman olan bir başka yapı var mıdır bilemiyorum dünyada. Akla hayale gelmedik işler yapatılar, yapıyorlar.

Anadolu. Beşik. Anadolu, cirit attığı yer iblisliğin tarih boyunca her türlüsünün. Anadolu, cennet. Anadolu cehennem. Dünyaya uzun süre hükmeden İngiliz siyasetinin çok önemli ve bence çok değerli bir sözü vardır: "Türklere ancak din adamlarını kullanarak boyun eğdirebilirsiniz". Boş bir söz değildir bu. Bu söz tarihi, siyaseti, dünyayı, geçmişi ve geleceği anlamanızda size yol gösterir. Binlerce yıllık insanlık tarihinin en yerinde sözlerinden bir sözdür bu söz. Tecrübe sahibi dünyanın hükümdarlarının vardığı sonuç budur: "Din adamlarını kullanarak boyun eğdirebilirsiniz..." Nedenlerini uzun uzun okuyup, düşünüp, yazabileceğinin belli başlı bir araştırması konusudur bu fakat cesur yazılar olmadıktan sonra yazmanın da bir anlamı olmayacaktır. Bu sözle ilgili en meşhur rivayet, "şeyh kılığında bir ajanın cemaate ömrü boyunca namaz kıldırdığı" ile ilgilidir fakat sinsi dinci domuzlar bunu da istismar ederler. Bir tek çözümü vardır bu sorunun o da laikliğin anlaşılıp anlatılması. Sebebiyle cezaevinde yattığım laiklik insanlığı mahvetmemiş aksine kurtarmıştır. Bugün insanlık adına ne varsa sekülerizmin eseridir. Laikliğin olmadığı yer din adamlarının yarattığı cehenneme dönüşür kısa sürede. İran İblisler Devleti kırk yılda din adamları devletine dönüşerek sadece ülkesinde değil dünyanın her yerinden kırk milyon mü'minin ateşli silahlarla öldürülmesine sebep olmuştur. Dincilik vicdansızlıktır. Dincilik insanlığı yok eder. Dincilik tarih boyunca insanlığa akla hayale gelmedik işkenceler yapmıştır. İnsanlık tarihinin en karanlık dönemi Ortaçağ din adamları çağıdır. Egemenliği eline geçiren din adamları şehirlerin meydanlarında o dönemde bile çok büyük bir rakam olan 300 bin kadını diri diri yakmışlardır. Yakarken de "içine şeytan girmiş ancak bu şekilde kurtulabilir, biz ona iyilik yapıyoruz" demişler ve tümünün kaydını tutmuşlardır. Vatikan Karanlıklar İmparatorluğu günümüzde egemenliğini en pervasız şekliyle sürdürmektedir. Ne insanlıktan, ne vicdandan, ne yüzleşmeden, ne gerçekten anlamazlar. Onların anladığı bir tek şey vardır, insanlığı mahvetmek...

"Sekülerizm insanlığı mahvetti" diyen Diyanet İşleri Başkanına, "savaş mı ilan ediyorsun, seni oraya atayan cumhurbaşkanının dinini..." dediğim için 40 dosya ile hakaretten yargılanan bir devlet düşmanına çevirdiler beni. Tarih bütün bunları kaydetsin. Gelecekte çocuklar okusun, gençler okusun, insanlar okusun ve bir daha bu tuzaklara düşmesinler.

En çok sorulan sorulardan bir tanesidir; "ileri medeniyetler, Batı, Batılılar nasıl aştı bu sorunu". Evet, Batı sorunu sekülerizm ile aştı. Onlar için geri dönüş imkansızdır artık. Onlar karar almış ve uygulamaktadırlar, "bu cehenneme bir daha düşmeyeceğiz".

Cezaevi ülkenin kendidir. Bu cezaevinde vatandaşların büyük bir kısmı sosyal yardım bağımlısına dönüştürülerek mahkum edilmişlerdir. Bu cezaevinden tahliye vatandaşının kendi dilekçesiyle olamayacaktır. Olayın farkına varan veya farkında olanların bütün cesaretlerini toplayarak ve çekinmeden, korkmadan gerçekleri en açık biçimiyle söyleyip yazmaları ile tahliye olunabilinir bu cezaevinden... Vurdumduymazlık, bananecilik, aman sendecilik sadece ülkenin değil dünyanın da felaketi olacaktır, olmaktadır. Daha önceki yazılarımdan bir tanesinde yazdığımı tekrar etmek istiyorum: "Ey Türk, bir an önce kendine gelmezsen Vatikan Karanlıklar İmparatorluğunun egemenliği bin yıl daha insanlığı mahvetmeye devam edecek". Olup bitenin ayırdına varmanın en basit yolu geçmiş ve gelecek kurgularını, olup bitenlerini şu doğrultuya yerleştirip anlamaktır: "İnsan zihni en ilkel döneminden en gelişmiş işleyişlerine doğru inanç > felsefe - sanat > bilimsel düşünme ile ilerlemiştir. Siz neresindesiniz?" Buna karar verdikten sonra çevrenizde olup bitenleri ve çevrenizdekilerin durduğu yeri de kolaylıkla tespit edebilirsiniz.
 


TIMARHÂNE ARKADAŞLARIM

Levent / YOZGAT

Hüseyin / YOZGAT

Mesut / İSTANBUL

Ünal / TOKAT

Necdet / SİİRT

Hamit / TOKAT

Abdullah / NİKSAR

Hüsamettin / ORDU

Doğan / AĞRI

Tımarhane (Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi) yavrusudur cezâevinin. İşletim sistemi birebir aynı uygulanan cezaevi ile tımarhanenin bir tek farkı uzun süreli uyutulmasıdır hastanın... Hasta ile hükümlü veya tutuklunun farkı nedir diye sorarsanız, işte buldunuz demektir doğru soruyu. Devrik cümleleri düzeltip bir önceki hikâyeler bütününün parçaları ile şimdiki hikayeler bütününün parçalarını birleştirip şaheser yaratmak sizin sanat zihninizin mahâretine kalmıştır. Bir örnek vermem gerekirse bir önceki cezaevinden bölümümde naklettiğim Arif / İstanbul' un hikayesi ile şimdiki tımarhaneden bölümümde işleyeceğim Hamit / Tokat' ın hikayeleri özdeştir.

Hamit, bisiklet isteyen oğlunun isteğini karşılayacak parası olmadığı için köyden, eski bir bisiklet çalarken yakalanır ve adı "hırsıza" çıkar. Onun lakabı artık bisiklet hırsızıdır. Daha sonra eşiyle araları açılıp kavga ettiklerinde kendisi için bisiklet çaldığı ve onun yüzünden adı hırsıza çıkan oğlu tarafından yumruklanır. Hayatı boyunca olup biten, yaşadıkları arasında en ağırına giden o yumruktur. Hamit kendisini tımarhanede bulur. Islık çalıp durmakta, ortamın sinerjisine uyum sağlayabilmek için sürekli kendisini dizginlemektedir fakat delüzyonel zihinsel rahatsızlığı onu rahat bırakmaz ve sürekli sesini yükselterek, heyecanla, bazen titreyerek, elleri titreyerek ve gözleri yaşlanarak olaya müdahil olmaktadır. Kendini ispat etmek, kötü biri olmadığını göstermek ister gibi bir hali vardır. Onu kimse anlamaz, tıpkı beni kimsenin anlamadığı gibi.

Adalet arayışımda yazıp gönderdiğim binlerce dilekçe bütününün sonucunda Adalet Bakanlığı ve Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu' ndan da bana benzeri bir cevap gelmişti hatırlayacağınız gibi; "Ne dediği anlaşılmadığında ve hakkında verilen Ruh ve Sinir Sağlığı bozuktur belgesi gereğince bahsi geçen davalar bütününün koğuşturmasına gerek olmadığı ve takipsizliğine karar verilmiştir..."

Hukuk, Sağlık, Devlet, Eğitim, Toplum ve İnsan Felsefelerinin düğümleniverdiği yerdir işte bu bahsi geçen "anlaşılamadığından" kelimesinin ihtiva ettiği ANLAM.

Hamit severek evlendiği, görücü usulü eşi ile uzun süredir anlaşamamaktadır. Aralarına bir şeyler girmiş ne olduğunu kendisi de bir türlü bulamamaktadır. Her eylem ve söylemi diken gibi batmaktadır artık eşinin eline yüzüne. Ne yapsa kâr etmemekte, ne söylese dinlenmemekte, ne istese karşılığını bulamamaktadır. Ayağında mantar olduğu için kendisi titizlenirken onun hassasiyetine çocukları dahil hiç kimse dikkat etmemektedir. Eşi çocuklarını kendisine karşı sürekli kışkırtmakta hatta çoğu zaman aşağılamakta ve o biçimiyle varlığını sürdüreceğini düşünmektedir. Acı olanı ise eşi kendisini başka erkeklerle aldatmaktadır.

Mesaisi dışında geldiği bir gün evinin mutfak penceresinin makarna pişen kaptaki suyun buharından buğulanan camını elinin tersiyle silince karşılaşır o kötü yüzlerden bir yüzle ilk defa. Evinin hemen arka tarafından duran erkek evi dikizlemekte, adeta bir cevap bekleyen telaşlı kuş gibi oradan oraya göz atmaktadır. Önceleri şüphelenmez fakat dikkat kesilince evinin diğer pencerine baktığını anlar. Diğer pencere yatak odasına açılan penceredir. Acaba karısı onu bu adamla mı altmaktadır, acaba bu adam kimdir, bu adamın burada ne işi vardır, bakıp beklediği kendi karısı mıdır, yatak odasından başbaşa kalmışlar mıdır, karısını becermekte midir, neden ona bu yapılmıştır, kendisinin kabahati nedir, bu ne biçim iştir, ne yapması gerekmektedir türünden ardı arkası kesilmeyen sorular zihnini allak bullak etmiştir. Ne yapacağını / yapması gerektiğini bilemez bir türlü....

Kısa süre sonra kendisini tımarhanede bulur. Artık gerisinde bırakmıştır soruları. Gidecek bir yeri yoktur. İstese de gidemez. Vurulması gereken iğneler, yutulması gereken haplar, cevaplanmadan bırakılması gereken sorular vardır.

Levent' in derdi başkadır. Levent yirmi yıldır hizmetçiliğini yaptığı ağabeyi tarafından ihanet uğramış karakola şikayet edilerek jandarma zoruyla tutuklanmış ve kendisini tımarhanede bulmuştur. Levent' in isteği çok basit, sıradan, insani bir istektir; ağabeyinden hakkı istemiştir. Hakkını isteyen Levent delidir. Deli olmak için hakkını aramak yeterlidir. Hakkını istersen delilirsin veya delirtilirsin. Levent boylu poslu, iri yarı, kocaman bir adamdır. Çocukluğundan beri babalarından kalan bütün arazinin gelirleri, mal, davar, koyun, keçi, tarla taban... ne varsa tümü ağabeyi tarafından yönetilmekte ve Levent' e payı verilmemektedir. Levent' in yaşı kırkına gelmiştir. Artık o da bir yuva kurmak, çol çocuğa karışmak istemektedir fakat ağabeyi elinde avucunda ne varsa almış Levent' te cıscıplak, cıpcıbır, kel fodul, çulsuz kalakalmıştır orta yerde... Kapısına dayanınca ağabeyinin aradan yarım saat geçmeden yolunu kesmiştir jandarma. Tutuklayıp hastaneye yatırmışlardır Levent' i...

Hüseyin' in hikayesi yine benzeridir. Köylük yerde yaşam zordur. Kardeşi ölünce iki yetim ortada kalmış, Hüseyin' de kahrından aklını kaybetmiş, durmadan ağlamakta, ağlamak için bahaneler bulmakta, bahane bulamadığı zamanlarda da uydurmaktadır. Dolayısıyla o da tımarhaneliktir ve iğneyi yemeye mahkumdur.

Levent' i Samet' e, Hüseyin Amcayı da Ahmet Dayı' ya benzettiğiniz anda sizdeki sanat zihni patlamaya hazır bir bomba oluverir. O bomba öyle yıkıcı, yakıcı bir etki bırakmaz. Tam tersine cennete döndürür cehennemleri... İşte burada görüp göreceğiniz, okuyup okuyacağınız hikayelerin tümü bu muhteşem aksine kurgu ile kurulmuş, başka hiçbir yer ve kitapta okuyamacağınız kurgulardır. Haydi bakalım biraz cesaretiniz ve biraz da okuma azminiz varsa başından sonuna kadar devam edin bizimle bu aksine kurgular evrenindeki yolculuğumuza. Yarı yolda bırakmak yok, ama. Sonuna kadar gidecek hatta çoğu zaman arama motorundan isim aratarak yeniden bulup okuyacaksını kurgusunu bulamadığınız kurgunun kahramanınının hikayesini.

Ne demiştik en başında; "benzeri hikayeleriniz varsa gönderin yayınlayalım. Her hakkı adı geçene aittir".







Görüldüğü üzre kendimi gizleme, eksiklerimi göstermeme, hatalarımı saklama gibi bir derdim hiçbir zaman olmadı. Çocukluğumdan beri körebe, saklambaç gibi oyunları sevmedim. Arkadaşlarım saklananı bulduklarında veya ebeye yakalandıklarında çığlık attıkları zaman hayret ederdim, sürekli. Benim sevdiğim oyunlar satranç türü oyunlardı. Anneannemin evinin camlarını taşla kırdığımda henüz altı - yedi yaşlarımda bir çocuktum. Dayak hikayesini başka ortamlarda anlatmıştım tekrar edeyim kısaca: Babamım yaz tatillerinde geldiğimiz Cedit Mahallesindeki anneannemin evi - anneannemin evi diyorum çünkü dokuz çocuk büyütmüş bir tanrıanaydı bana göre, sürekli çalışmanın egemen olduğu bir yerdi. Ya kış hazırlığı, ya yaz hazırlığı yapılırdı. Olmadı bahar temizliği... Hemen evin arkasında kendine ait fırını olan evin bahçesinde dut ağacı da vardı. Ön taraf sokağa bakar diğer komşularla pencereler birbirini görürdü. Samimi insanlardı. Kimse kimsenin etlisine sütlüsüne karışmadı. Ellerinden geldiğince birdiğerine yardımcı olmaya çalışırdı insanlar. Çoğu çiftçiydi. Niksar ovasında kimini on dönüm, kiminin elli dönüm tarlası vardı. Tarlası olmayanlar da icara tarla tutar çol çocuklarının geçimini öylece sağlamaya çalışırlardı ve dolayısıyla gece - gündüz iş hiç bitmezdi. Yorgun insanlardı fakat yine de gülecek - gülümseyecek bir şeyler bulurlardı mutlaka. Küçük teyzem Kudret ailenin en sevileni, haylazı, sevimlisi, miniği, mini minnacığıydı. Şakaların ve hınzır esprilerin de kaynağıydı. Sanırım onun da gözünden kaçtığı bir sıra, annemden sürekli ekmek istiyordum. "Reçelli ekmeek" diye bağırıp duruyordum. Kadıncağaz tanrıananın isteklerini yerine getirebilmek için durmadan debelenip duruyordu zaten. Canı burnundaydı yani anlayacağınız. Yakınlarında bir tokaç vardı hatırladığım veya süpürge de olabilir. Aklımda kalan canımın yandığıydı. Bütün "ekmek" isteklerime bir türlü fırsat bulup cevap vermeyince evin camlarını yerden topladığım taşlarla dökmüştüm, yere. Zıvanadan çıkan kadın eline ne geçirdiyse popoma, sırtıma indirmeye başladı var gücüyle. Kaçacak bir yer arıyordum. Peşimden koştu ama yakalayamadı. Tepeden aşağı bırakıverdim kendimi. Hemen biraz aşağıdaki yalnız ihtiyar Cellü Nene ile işte o zaman tanışmıştım.

Doktorumun hatta doktorlar heyetinin verdiği rapor, söylediği teşhise göre "delüzyonel ruhsal bozuk" bir kişiliğim vardı. Bu sorun çocukluğunda yakınları tarafından ağır şiddete maruz kalanlarda görülüyordu. Ben tabii olayın siyasi boyutunda boğulduğum için bütün suçu alavereci siyasilere yıkmayı tercih etmiştim. Haklıydım da... Bürokrasi kendini kurtarabilmek için hayatımın en derin, en eski anılarına kadar gitmiş ve bu gerçeği bulmuşlardı. Madem buldular o halde tedavi etmeleri gerekiyordu. Ne de olsa devletimizdiler. Ne de olsa ben de o devletin bir vatandaşıydım. Bana harcanan paranın hesabını yapmıyorum fakat oldukça yüksek bir bütçeye mâl olduğum açık. Diğer yakın akrabalarımız anneme "gız abla sen bu oğlanı ne çok dövüyordun" dediklerinde anam "sus" der ve sustururdu anı hatırlatıcılarımızı. Sızıyla karışık nostaljik bir delüzyonel kurgu başlangıcı fakat şimdi Janssen Cilag Manutacturing, Puerto Rico ABD imzalı İNVEGA 6 uzatılmış salımlı tablet kullanmak zorundayım. Size de tuhaf gelebilir fakat Cumhuriyet Savcılığı makamı tarafından sevkedildiğim hastanede zorunlu kullanıma tabi tutuldum ve kullanmadığım takdirde mahkemeye şikayet edeceğini bile söyledi sevgili doktorum Zekiye hanım

Uyumsuz bir kişi olduğumu zannetmiyorum. Benim sorunum olup bitenlere benim de en az diğerleri kadar katkı verme arzusu. Ben de bir şeyler yapayım. Benim de şu ölümlü dünyada eserlerim olsun / kalsın. Çok bir arzu değil kanısındayım. Kendimi bu biçimiyle avutanlardanım. Hani "ne yaptın" sorusunu soranlara "ben de bir şeyler yaptım" diyebileyim. Ot gibi yaşamadım...

Kendi yaşantımdan tımarhaneye giden başlangıçlar aktardıktan sonra arkadaşlarımın hikayelerine devam edeyim, aralardaki bağları siz kurun! Abdullan / Tokat, Niksarın Mahmudiye köyünden bir arkadaşımdı hatta oda arkadaşımdı. Hemen solumdaki yatakta yatar, bol bol su içer, yemek yemeyi sever, Obelix görüntüsüyle sempati uyandırır, sorulara genellikle "he abi", "yok abi", "neydek abi" gibi kısa cevaplar verirdi. Muhabbetini açmak için uzun uğraşmanız gereken bir arkaşımdı.

"amüstünde reçel
bugünler de geçer"

Manisini kendinden öğrendim. Âlem konusunda da tecrübeliydi. "Yaşamak güzel abi, âlem yapacaksın, yaşayacaksın" derdi. Nasıl âlem yapılacağını sordum bir defasında kendisine, "alacaksın iki kilo pirzola, hıyar, domates, iki şişe votka veya 35'lik bir rakı, iki de karı oturacaksın ırmağın kenarına, uzatacaksın ayaklarını soğuk suya, hem söyleyeceksin hem içeceksin abi" demişti.

Adaş olduğundan mı nedendir bilmem, Abdullah hemşirenin "Abdullah, güzel insan" diye hitap ettiği arkadaşım herkes tarafından sevilir, yemeklerinden kalanlar kendisine ikram ediliyordu. O da afiyetle hepsini silip süpürürdü yemek saatlerinde. Yemek saatlerinin dışında uyumadığı zamanlarda mutlaka bir şeyler içer veya yerdi. Beş litrelik su damacasını ağzına dikip doya doya içmeyi de ondan öğrendim o sıra... Suyu içerken lıkırtısı odanın duvarlarında yankılanıyordu. Zevk aldığı kesindi. Yaşamayı sevdiğini anlardınız biraz kendisiyle başbaşa kaldığınızda. Kızardı bir de aksine bir şey söyleyip davrandığınızda. Abdullah / Çorum annesi ve babası öldükten sonra sol kolunu jiletle kesip nasıl intihar ettiği hikayesini anlattığında "o'lum sen manyaksın" diyordu sık sık. "Yaşamak güzel". Abdullayı delirten sevdiği kadının başkasına kaçması olmuştu. O konulara hiç girmek istemiyordu. Hatırladığında ağlamaklı olup, sürdürmek isteyenlere kızıyordu. Aşk arkadaş, insanı bir diğerine bağlayan o bağ nasıl bir tılsımsa her şeyden daha üstün olabiyor. Yaşamı bu denli seven birisini bile kendinden geçirecek kadar kuvvetli bağ oluşturabilen başka ne vardır ki?

Abdullah' larımız çoktu gördüğünüz gibi. Abdullah / Çorum intihar hikayesini şöyle anlattı: "Abi, yatağa yattım. Bir sigara yaktım. Jiletle kolumun içinden damarı kestim. Kan havaya doğru fışkırıyordu. Kalp atışıma göre ara ara fışkıran kan bir süre sonra pıhtılaşıp durdu. Hemen altından bir kesik daha attım. O da bir süre sonra durdu. Böyle böyle yedi sekiz kesik attım koluma. Abi, vücudumdaki kanın üçde ikisi boşalmış. Midem bulandı. Bir titreme tuttu. Dizlerimin üzerinde sürünüyordum. Her yer kan olmuştu. Daha sonra kendimi hastanede buldum. Yaşamak istemiyorum. Hala canım sıkılıyor. Ben ne yapajağım abi, bir sürü borcum var. Kimsem yok. Vasim olan teyzemin oğlu bile beni anlamıyor. Zekiye hanım "şizofren tanı" olduğunu söyledi hastalığımın. Ömür boyu ilaç kullanmak zorundaymışım. Ben ne yapajağım abi?"

Çerkez olduğunu söyleyen Abdullah / Çorum' a yaşama sevinci dolu Doğan / Ağrıyı işaret ederek " ne kadar tuhaf değil mi bir insanın çocukluğundan beri bir kız sevip aralarına sınıf farkları girmesine rağmen hâlâ sevgisini sürdürmesi ve başka kadınlara bakıp ilgi duymaması!" demiştim. Hiçbir şey etkilemiyordu Abdullah / Çorum' u olumlu anlamda. Rapor alıp maaşa bağlanmak ve kaymakamlıktan da bir kalacak yer istemek gibi gelecek planı vardı. Ekmek ustası olduğu için kendisini toparladıktan, biraz dinlendikten sonra iş arayajağından filan da bahsetmişti.

Doğan' a gelince Abdullah' ın kolundaki jilet izlerini gördükten sonra mıdır nedir, banyoda kendisini kesmiş onu yine Abdullah bulmuştu. "Apla banyoda biri yatıyor" deyince hemşireler galeyane gelmiş "anaa" feryatları yükselmiş sonrasında koğuşumuzda olağan üstü hal ilan edilmişti zaten. Olaydan sonra beş hemşire hakkında soruşturma açıldı. Yirmi dört saat sesli kamera gözetimi altındaki hastalardan birisinin bunu yapabilmiş olması soruşturulması gereken bir durumdu haliyle. Bir de üstelik Jandarma Özel Kuvvetlerden gelmiş bir askerse kesilen durum vahâmet arzediyordu. Bütün hastane koğuşa yıkıldı. Bir koşturmaca, bir galeyan hâli, bir sersemlik aldı yürüdü. Güvenlikçilerden doktorlara kadar herkes sorgudan geçirildi. Ondan sonra bir daha rahat yüzü görmedik zaten. Bütün eşyalarımız tekrar arandı. Yataklarımız, dolaplarımız, lavabo altları, cam kenarları, nerde görülmeyen bir yer varsa elden geçirildi. Güvenlikçilere "zaten gerginiz, siz iyice geriyorsunuz" dediğimde "görevimizi yapıyoruz" dediler. Hemşireler uzun süre gülümsemedi bize bir daha. Aradan zaman geçip olay soğuyunca minik minik gülücükler görmeye başladık yeniden. Gülücük moral veriyor arkadaşlar. Gülümsemek insana has güzel bir şey. Gülümseyen insanlardan korkanlar da olsa yine de gülümseyin hayata, her şeye. Moral sayesinde iyileşen çocuğun hikayesini anlatacağım sonra. Tam anlatmış mıydım hatırlamıyorum annesinden ayrılan babasını cezalandırmak için kriz geçirip kötürüm olan çocuk... O da bizim koğuştaydı.

Kurguyu tersine çevirmek için ne yaparsınız sorusuyla devam edelim dilerseniz. Haydi, biraz daha zorlaştıralım ve kurgunun içindeki kurgulardan bir tanesinin ucundan tutarak tersine çevirelim. Örneğin ben bir devlet ajanı olayım ve gizli görevim gereği devlet kurumlarını denetleyen Kamu Denetleme Kurumunda çalışan bir personel olayım -00- Birebir gördüğüm ve yaşamlarına dahil olduğum tüm bireylerin kendi hikayeleri olmakla birlikte birbirlerine geçmiş hikayelerinin de olması muhtemel gerçektir. Örneğin Arif / İstanbul ile Hayri / Tokat' ın hikâyeleri. Pekiyi, buradan ne ders çıkarılmalıdır? İlk dersimiz aslında her şeyin göründüğü gibi olduğuyla birlikte göründüğü gibi olmayabileceği gerçeği değil midir!

Sanat camiasının küresel boyutta kazandığı yer akıllara durgunluk verecek düzeydedir. İnsanlık tarihi boyunca kimine göre ilk el izi, kimine göre ilk çizgi ile başlayan sanat, insan ve insanlığa dair bir şeyler söylemekle birlikte geleceği de kuran en cosmic ve aynı zamanda en karmaşık muhteşemdir. İstisna belirtmeden kurulmuş bu cümlenin iddiası kendi içinde olmakla birlikte psikiyatri disiplini hiç kimsenin aklının alamayacağı düzeye ulaşmış neredeyse dünyanın bütün psikoloji labaratuar ve hastaneleri günümüzde ortak bir ağ ile örülmüştür. Milyarlarca veri günlük toplanmakta ve insana dair gelecekler inşaa edilmektedir. İçiçe geçmiş bütün disiplinlerden anladığımız kadarıyla mecburiyet düzeyinde ilerleme ile bütünleşmiş verileri kimlerin, nasıl topladığını araştırmaya kalkışırsanız ömrünüz bu değerli birikimi incelemeye yetmeyecektir. Tim, ekip, grup veya adına ne derseniz deyin iki kişiden fazla sayıda insanın oluşturup sayıları milyonlara ulaşan devasa çalışmaların kolay yürütüldüğünü zannetmek hele bu konu hakkında hiç bilgi sahibi olmamak acınası bir durum değil midir. Ne demiştik "denetleyenleri de bir denetleyen / denetleyenler vardır".

Resim, müzik, tiyatro, heykel, dans, yazı ve karikatür sanat dallarının tümünün toplamı sinema bizim için en değerli izleme alanıdır. Günümüzde konu sıkıntısı çektiği ifade edilip yazılıp çizilen sinema yani sanat için yukarıda size en az "bin" konu verdim. Dilediğinizi alıp seçme özgürlüğüne sahipsiniz. Tümünü birden işleme imkanınız zaten yoktur çünkü ben - uzun yıllardır camianın en saygın ve üstün kurumları ile çalışan biri, size garanti veriyorum ki geleceğin sanat dünyası böylesi çoklu hatta aşırı çoklu gerçek yaşam öykülerinden beslenecektir. Neredeyse işlemediği konu kalmayan hatta aynı konuları farklı tarzlarda tekrar tekrar işleyerek serilerine yönelen sanat için çıkar yol işte budur.

Bir Türk ve Türkiyeli olarak siz de bu çalışmadan gurur duyabilirsiniz. Okuma yazma bilen, çok basit web tasarım kurslarından geçmiş, sanal ortama zaten isteyerek veya istemeyerek bulaşmış herkesin başarabileceği bir tarz sunuyorum sizlere. Karşılığında hiçbir şey istemiyor, beklentilerimi sıfırlıyorum ki hedefime ulaşabileyim. Çakallarla dolu ülkemiz bu bakımdan da dünya geneli gelişmeleri için örnek toplanacak bir yerdir. Hiç umup beklemediğiniz devlet kuşatması altındaki ülkeleri kontrole etmenin başka yolu yoktur çünkü onlar kendi vatandaşlarının zalimidirler. Onları yola getirmenin en kestirme yolu yine bahsi geçen denetçilerin denetçisi ve veri toplayıcıların kim olduklarını keşfetmeye bağlıdır.

Eğer bir hasta üzerinde yaptığınız klinik deneyler çoğunluğa uygulanabilir düzeye ulaşmışsa o kişi gerçekten çok değerlidir. Nedeni basit bu gerçeğin örneğini ilaçlar üzerinden vermek isterim. Yine filmlerde izlemişsinizdir "zihin kontrolü" tabir edilen çalışmalardan önce yoğunlaşılması gereken CERN ve benzeri yerlerde element yaratımı - şimdiye kadar varolmamış yeni yeni elementlerin oluşturulması, gibi gen teknolojileri ile yeni canlı türlerinin yaratılması çalışmalarıdır. Kimine korkunç gelen bu çalışmalar günümüz dünyasının gerçeğidir. İyi bir ilacı milyarlarca insana binlerce kez satabilirsiniz. Teknolojinin ve bilimin her zaman sponsorlara - paraya ihtiyacı vardır hele günümüzde CERN benzeri bir laboratuarı tek başına bir devletin bile inşaa edebilmesi imkansızdır.

O halde okumaya devam. Daha çok şey göreceksiniz
 


Görmediğiniz, belki hiç göremeyeceğiniz insanlardan bir insanın hele sizden habersiz, okuyacağınızdan bilgisiz, hiç kimse için değil sadece kendi için yaşadıklarında elbette birilerine bir şeyler yapma isteği olacaktır fakat bu siz değildiniz. Pekiyi, nereden bulaştınız bu işe / işlere. Hoşunuza gitti. Kendinize dair bir şeyler buldunuz. Yakınlarınızdan birilerinin hikayeleri ile kıyasladınız. Merak ettiniz ve şimdi buradasınız!

Yüz kilodan fazla ağırlığıyla Steinbeck romanlarından çıkmış gibi duran aslında o da oralardan - buralara uzak bir yerlerden gelip karşınıza dikilen, insanlardan bir insan işte Levent. Hüseyin onun tam tersi altmışlı yaşlarında kısa boylu hepitopu elli kilogram bir adam. Mesut gepegenç bir asgari ücret çalışanı. Ünal askerliğinde cinayet işlemiş bir haylaz. Şiir' in bilmem ne köyünden kalkıp gelen bir belki aşiret çocuğu Necdet. Hamit düğünlerin davulcusu. Kendi halinde Abdullah' lardan bir Abdullah. Hüseyin amcanın gençliğine benzeyen dedeleri Batum' dan göçüp gelen Hüsamettin. Sevdiği kız için yaşayan Doğan. Kontrolü kaybetmiş Kadir. Abdussamet boylu poslu bir doğu delikanlısı. Hüseyin amca tipinde ufak tefek Mehmet Ali. Çerkez tam tersine Levent tipi iri yarı, adam yarması... Gökhan, canım. Erman yine ufak tefeklerden. Kamil ortalama. Hakan uzun ince yakışıklı bir arkadaşım. Merdan, tam Levent tipi hatta daha da iri kıyım. Arif ortalardan. Diğer Arif gibi orta tipe giriyor. İbrahim, Muhammet ve ben irilerden. Zeki, Dursun, Mustafa, Uğur ufak tefek kısmından insanların.

Orman köylüleri iri kıyımdır. İşleri güçleri odunla, keresteyle, testereyle, baltayla olduğundan mı neden yoksa ağaca mı özenir bedenleri uzandıkça uzanır göklere doğru bilinmez. Dağ köylüleri de iri kıyımdır.

Ben dağ köylüleri sınıfına giriyorum sanırım. Öğretmenlik yaptığım yıllar dışında dağ görmesem de... Ha, bir de askerlik yaptığım dönemde Eğirdir Dağı' nda yaşamıştım kısa dönem. Dedelerimden biri ufak tefek bir adamdı fakat büyük dedemin iri kıyım bir dağ köylüsü olduğu söylenir. Büyük amcamız Rasül' ün iki metre boyuyla oturduğu ağaç koltuktan etrafını nasıl izleyip kalın sesiyle yaptığı espriler ve kızdığı zaman gök gürültüsünü andıran sesi çocukluğumuzda anlatılıp dururdu. Evet, ben bir dağ köylüsüyüm. İçimde irikıyımlık, yontulmamışlık, kabasabalık var sanırım kendimin de keşfedemediği. Dolayısıyla cezaevinden tımarhaneye, tımarhaneden cezaevine süründürüp duruyorlar. Adam olamadık / olamadım gitti

Hamburg' a ilk gelişimde şehirleri birbirine ustalıkla bağlayan, gepgeniş otobanları ilgimi çekmişti. Daha sonra o bilindik Alman tipi çatısı mavimsi uzun geniş çatılı evleriyle çiftlikler, geniş araziler ve akla durgunluk veren bitip tükenmek bilmeyen düzlükler... Dört - beş şerit yollar. Cansızları geçelim canlıların hikayesine dönelim derseniz. Şehirlerin canları vardır. Hamburg' un canı da Bahnhof (tren istasyonu). Hemen onun yanındaki taksi durağından adres sorarak aldığımız yeni adres Alster (Hamburg baraj gölü) kıyısında 80' öncesi inşaa edilmiş bir sanat şaheseri bina. Hamburg' u bilenler bilir Alster denilince hele çevresindeki tarihi binalar denilince dünya durur. Tam bir muhteşemler zinciri ile karşılaşırsınız. O zaman bile oralarda bir dairenin fiyatı milyon Eurolarla ölçülüyordu. Şanslı insanımdır aslında fakat daha sonra o sokaklarda izmarit de topladım. Kendi inadımdan sanırım. Evet, evet anlatacağım tümünü.

Psikologlarımınn benimle ilgili cevap aradıkları sorulardan bazıları; bu kadar işi tek başıma nasıl yapabildiğim, suçlarımın suç olmadığını bilip bilmediğim, suçlarımı itiraf edip etmediğim, çocuklarımdan nasıl ayrılabildiğim, onlarla görüşüp görüşmediğim ve partnerim veya eşimle cinsel hayatımın nasıl olduğu gibi sorulardı. Ortasından devam ediyorum dikkatinizi çekmişse: Çocuklarımdan! nasıl ayrıldığım konusunu da yazacağım, suçlarımı kabul edip etmediğimi de. ...Derken kitabın ortasını geçtik hâlâ anlatacağım diyorum dikkatinizi çekmişse. Çok delice. Serisini yazıp rekor bile kırabilirim. Çok insafsızsınız. Boyuna yazdırıyorsunuz bana, enine yazdırıyorsunuz...

Hambur çok güzel bir şehirdir. Hamburg dünyanın en güzel şehirlerinden biridir. Bir tek kötülüğü vardır güzelim Elbe Nehri' nin zifiri karanlık sanayi atığı akması... Eğer o da memleketimin pırıl pırıl nehirleri gibi olsaydı hiç terketmezdim Hambur'u. Ben Hamburg' u terkettiğimde uçaktan el sallarken şimdi inanmadığım Allah - Got - Tanrı - her neye işte O' na şükretmiştim. "Allah' ım sana hamdolsun, kurtuldum" demek / diyebilmek için epey bir şeyler yaşamış olmalı insan, değil mi? Örneğin sokakta filan kalıp üzerine yağmur yağarken üstünün başının çamur olması, toza toprağa bulanması, saçının başının birbirine karışması, obdachlosenheimda (kimsesizler yurdu) bile yer bulamamış olması lazım... Oldu işte. İnsanın başına neler geliyor yaşarken. Elin (!) memleketinde bunları yaşadım da ne cezaevine tıktılar beni ne tımarhaneye zorla gönderdiler. İşte bu koyuyor insana. Canımdan çok sevdiğim, her şeyden çok sevdiğim memleketimin insanları bana bunları yaptı. Onları asla affetmeyeceğim.

Alman kadın bürokratlar o halimdeyken bana "Erkan Bey, kendinize karnınızı doyurup orada da kalabileceğiniz bir iş bulun örneğin Türk lokantalarından birinde. Her şeyi biz mi söyleyeceğiz" demişlerdi. Buradaki kadın psikiyatristlerde ısrarla hatta elim kelepçeliyken bile "suçunu itiraf ediyor musun" dediler Ailemden bile çoğu bilmez ben, dünyanın pek çok ülkesine gidip kısa süreliğine de olsa oralarda yaşamış bir Türküm.

Bizim sittiri boktan devletimiz (devlete alenen hakaret) o zamanda sittiri boktan bir devletti Hamburg Başkonsolosluğumuzun Eğitim Ataşeliğindeki yine bir kadın ataşe, "ben mi çağırdım kardeşim seni, kendin geldin. Ne hâlin varsa gör! Bana ne..." demişti, yüzüme karşı alenen. Ümitlerimin tümüyle yıkılıp işçiliğe razı olduğum an işte o andı. O kadın ataşe rahat uyuyabiliyor mudur, ölmüş müdür, sağ mıdır bilmiyorum. Ne işler yapmadım ki Almanya' dayken; araba temizledim, araba cilaladım, dönercilik yaptım, tavuk ayıklama işinde kasaplık yaptım, büro temizliği yaptım, garsonluk yaptım, kısa süreli öğretmenlik yaptım, Türkçe dersleri verdim, ofis çalışanı olarak sekreterlik yaptım, kitap yazdım, kurs programlarına katıldım, kursiyer oldum, kurs hocalığı yaptım, resim takipçiliği yaptım, doktor asistanlığı yaptım, işsizlik yaptım, sosyal yardım bağımlısı oldum, evsizlik yaptım, sokakta yattım Neler ettin sen bana dünya, alacağın olsun. Tahminime göre bana yaptığı bu eziyetlerden dolayı paramparça olup toz zerrelerine bölünecek, beş milyar sonra da olsa. Haketti zaten bunu Hiç acımıyorum doğrusu bu pencereden bakınca olup bitenlere. Bu arada size pansiyon şiirimi alıntılayayım bu arada da ne biçim bir adamla karşı karşıya olduğunuzu iyice bilin:

PANSİYON                                   “Gurbete İthaf”
 
İki binden sonra bir pansiyon Hamburg’da;
Haymanalı Aziz, Rizeli Sait, Bingöllü Hayri
Ayrı gurbet hikâyeleri:

Kumar belasına bulaşmadan önce
Para hırsına kapılıp Aziz Amca
Bir kızı severmiş, kızda onu ama hasımları
Eskide kalan bir kavgalı ailelerin
Ne kadar istediyse vermemişler
Kız da isteyenlere gitmemiş, inat etmiş
Askerden gelince Aziz Amca yine
Göndermişler dünürcüleri
Bu defa olur demişler, vermişler
Sonraları, Almanya çıkmış
Terzilik mesleği. Ustam yamandı
Öğretti ne zorlamalarla” dedi
Önce kendi gelmiş Hamburg’a
Başlamış çalışmaya. Tatillerde
Gidermiş Haymana’ya
Bu arada bir oğlu bir kızı olmuş.
Daha sonra eşini ve çocuklarını aldırmış.
Tren yalnız Köln’den varmış.
Karşılamaya gitmiş fakat tren dolu. Yer yok
Kompartımanların arasında bir yer bulmuş
Sermiş battaniyeyi yere
Yavrular kucakta, utanarak eşinden
Almanlar yer vermedi diye
O günden beri sevmezmiş Almanları
Biz diyor, buraya geldiğimizde
Yıkıktı çoğu binalar, sular yollardan akardı
Biz yaptık bu Almanya’yı.
Kumar yüzünden yuvası yıkılmış, eşinden boşanmış
Eşini hala seviyor, oğlu mühendis olmuş.
Evden ayrıldıktan beri, kalmış pansiyonlara
Emekli maaşı alınınca
Giyip takım, kravat. Başına fötr şapka
Atmaya gidiyor hala, berbat eden barbutu.
 
Rizeli Sait ise 80’den önce
Kaçıp gelen devrimcilerden
“Bir türlü dikiş tutmadı yeğenim
Türk ile evlendim olmadı, Alman ile evlendim olmadı.
Kaçtıktan beri göremedim memleketi
Giriş yasak. “ Özledin mi diyorum
Sen bilmezsin insan taşı özler mi?
İşte bizim köyün başında bir kaya vardı.
O kayayı bile özledim.
Sait Amca denizci. Yıllarını denizlerde
Çelik gemilerde çürütmüş. Saçları bembeyaz olmuş.
“Buraya geleceğime köyde
Soğan ekmek yeseydim. Bizimde bir onurumuz vardı.”
 
Bingöllü Hayri’nin hikayesi bambaşka
Sahte pasaportla gelmiş limandan konteynerlardan
Önceleri işler iyiydi
Hangi cebimizde kaç Mark var bilmezdik
Şimdilerde bozuldu işler.
Otuz kuruşluk işler, beş kuruşa indi
Karın tokluğuna çalışıyoruz artık.
 
Hasret orada doğmuş, babası yine devrimcilerden
Che Guevara tişörtü ve yeşil parka
Bir evin bir kızı, kardeşi yok
Annesi hemşire. Anne baba çalışıyor ikiside
Pazar günlerimiz var tek.
Kahvaltıda görürüz belki birbirimizi.
Çok yalnızım yapayalnız, o yüzden kavgalar.
 
Emine subay Alman Ordusu’nda
Afganistan’a çıkınca tayini,  NATO birliğine
Başını örttüğü için ayrıca
İstifa edip evlenmiş bir almanla
 
Arnavut Fevzi Amca
Temizlik işlerinden emekli
Onunda bir kızı var
Yılbaşında, o gece bir lokanta
“Hanım ne oldu? Sessizsin.”
Sonunda dayanamamış söylemiş, kadın
“Kız alman iş arkadaşına kaçtı.”
Arabaya binmişler ama başı dönüyor
Sağdan gelmiş, bir şimşek çakmış geçmiş
Soldan bir daha oda geçmiş, ama
Enseden gelince felç, sonrasını hatırlamıyor
Gözünü açmış hastanede. Doktor sormuş
“Ne kadardır buradasın?”
Bilmiyor.
Tam on yedi ay, komada.
O günden beri konuşmuyor kimseyle
Evi terk edip pansiyona yerleşmiş,
Adın batsın gurbet!

15.04.2011
TOKAT

Kaynak: Sanata İzin

O zamanlardan beri hikayelere meraklıyımdır. On hikayeyi daha eklerseniz hikayeler bütünümüzün önüne eder size otuz yaşam hikayesi. Otuz yaşam. Otuz farklı yaşam. Otuz insan. Otuz acı. Otuz sonsuz acı. Otuz mutluluk. Otuz sonsuz mutluluk... Keşmekeş, karmaşa, curcuna dolu dünya.

İlk üç kadar İranlı bir hanımefendinin işlettiği otelde kaldık, Alster' in kıyısına yakın bir yerde. O zaman tabii ne Alster' den haberim var, ne de Hamburg' dan. Çocuksu havailikte ekmek elden su gölden yaşayıp gidiyoruz. Bankada paramız dolu. Ye ye bitmez cinsten. Gülüp eğlenip geçiyor günlerimiz. Birisi de çıkıp;  "kardeşim ne işin var burada, ne diye geldin, memleketinin suyu mu çıktı, buralara uyum sağlamak o kadar kolay mı zannediyorsun, burda adamın pestilini çıkarırlar, burda vicdan - merhamet diye bir şey yoktur, paran kadar adamsındır burada, kredin ne kadarsa o kadar adamsındır anlayacağın" filan demedi. Biz de dağlıyız ya umurumuzda değil, sporcuyuz, üniversite mezunuyuz, çol çocuk sahibiyiz, kayınpederimiz zengin, paramız var... umurumuzda değil hiçbir şey. Baya uzun bir balayı dönemiydi bizim için. Üç çocuk peşipeşine olmuş, masraflar artmış, oturduğumuz ev küçük gelmeye başlamış, çevre ile doğru dürüst uyum sağlayamamıştık geçen senelere rağmen. Neyse, paramız azalmaya başlayınca, "otelde yaşam olmayacak kendimize bir ev kiralayalım" dedik. Ara ki bulasın. Hiçbir tecrübemiz yok. Eş dost pek yaklaşmıyor o tür konulara. Kimse sorumluluk almak istemiyor. İşi gücü olmayan, belirsizlikler içinde yuvarlanıp giden insanlarız ne de olsa. Onlar da haklılar. Gazete ilanları filan derken bir ev bulduk iki odalı. Odanın birini çocuklara ayırdık, diğeri bizim. Zaten öyle fazla gelip gidenimiz yok. Yeni bir ev, yeni bir iş buluncaya kadar orada idare edecektik. Mutfak penceresinden bahçesindeki ağaç görünen şirin, kendi halinde, güzel bir birinci kat dairesiydi. Öyle böyle derken mobilyalarımızı tamamladık. Bir çamaşır makinası almıştık ki ikinci dünya savaşından kalma dört kişinin zor taşıyacağı cinsten, bütün elektriği emen bir makina. Adamın biri hediye etmiş sevinmiştik bir de... Hayatımın en çok et yediğim dönemi o dönemdir. Hemen iki adım ötede bir Türk kasap vardı ve ben de et yemeği yapmasını seviyordum. Kasabın ihanetini daha sonra anlatacağım.

Gazete ilanlarından bulduğum sigorta ajentalığı işi ile uğraşıp duruyor bu arada yarım yamalak almancamı tamamlamaya çalışıyordum. Çalıştığım şirket tüm sigortaları birleştiren bir formül bulmuş ve kişi başına %20' ye varan indirimler sağlıyordu. İş yerimiz oldukça kalabalık, çoğu Türk, benim gibi işsiz güçsüz takımındandı. Giyim kuşamımız tam takım, ayakkabılarımız sürekli boyalı, oturup kalktığımız insanlar paralı insanlardı. O işte dikiş tutturamadım. Epey bir süre uğraştım fakat Almanca korkusu iliklerime kadar işlemiş tir tir titretiyordu. Biri Almanca konuşunca soğuk terliyordum. Hayatımda zorlandığım dönemlerden biridir bu almanca öğrenme dönemim.

Pekçok arkadaş edindim sigortacılık dönemimde fakat hiçbiriyle kalıcı dostluğum olamadı. Ailevi sorunlarım boyumdan aşıyor kahrolası! Tolstoy ve "Acı Günler" hayatımı tam ortasından deliyordu.

Çocuklarım! miniminnacık büyümeye devam ediyor, oğlum! kız kardeşlerine sahip çıkmaya alışıyordu. İlk kıskançlık dönemini zorla atlatan çocuk bir cümlem ile kendisine gelmiş ve kardeşlerinin ona emanet olduğunu anlamıştı: "Kardeşlerini sana veriyorum". Nasıl akıllı bir çocuk olduğunu anlatmak isterim; üç yaşına gelmeden rakamları, saati, tarihi,okuma yazmayı, renkleri ve almancayı öğrenmişti.  Benden iyi Almanca biliyordu. Çocuğa yazık oldu. Bir ona yanarım bir de en küçüklerine... Off dünya neler yaşattın bana!

Sürekli gezmeye çıkıyor, yakınımızdaki çocuk parkında zaman geçiriyorduk. Diğer çocuklarla daha mutlu olduklarını anladığımız çocukları kindergartene (anaokulu) kaydettirdik. Artık her gün eve daha mutlu geliyorlar, ben de mutlu oluyordum fakat yine de ters giden bir şeyler vardı. Küçük gelen o ilk evimizin eşyalarını çöpe atarak Karl Arnold Ring 38' deki sekizinci kat yeni dairemize taşındık. Tüm eşyalarımız yeniydi fakat yerler betondu. İşte burada hayatıma ve hikayemize amcamızın oğlu Ahmet Ağabey giridi. Onun kadar halim selim, iyi niyetli, saf - arı duru bir insan daha tanımadım hayatımda. Çok sevdim kendisini fakat dünyalarımız farklıydı. Onun dört kızı vardı ve Bundesbahnda (devlet demir yolları) çalışıyordu.

Bana düzenli iş bulmak için çaba sarfeden Ahmet Ağabey inadıma takılmış, onun çalıştığı yer ve ortamda çalışmak istemediğimi anlamıştı. Aile gezmelerimiz, gidip - gelmelerimiz devam ediyor yeni yollar arama gayretimiz devam ediyordu. Ne iyi insanlardı. Çok güzel insanlardı. Hanımını daha sonra kanserden kaybettiğini duydum ve çok üzüldüm. Kendileriyle doğru dürüst bir veda bile edememiştim. Zarzor bulduğum yol parasıyla aldığım uçak bileti beni vatanıma geri getirecek ve çile sonlanacaktı çünkü...




Odasına vardım, olur mu böyle
Ellerin koynunda merhamet eyle
Bir derdin olursa gel bana söyle
Söyleyin ahbaplar nasıl edeyim!

Yazmaya cesaret edemediğim şeyler varsa dikkatinizi çekmiştir; İranlı bir Azeriyle geçen günlerim, eşimin ihanetleri, çocuklarımın başına gelenler, ismini anmak istemediklerim, yüreğimi kazıp yerinden çıkaran şeyler... Cesaretimi topladıkça onları da yazacağım. Sanki şimdi biraz toplamış gibiyim. Dilerseniz İranlı Azeri molla ile geçen günlerimden başlayayım belki diğerlerini sonra yazabilirim:

Lübnan Hizbullah' ı ile o dönemde tanıştım. Yeşil gözlü, yakışıklı, güler yüzlü, sarışın insanlarla Hizbullah gibi bir terör örgütünü bağdaştırmak şimdi bile zor geliyor bana fakat o bölgede (Lübnan) Çerkes / Çerkez asıllı milyonlarca insanın yaşadığını biliyorum. 2006 savaşında yerlebir edilen Lübnan' ın güneyi yenilgiyi zafere tebdil etme becerisi ile iblisliğin zirvesindeki Ayetullah (ismini unuttum - iyiki de unuttum) tarafından çekilip çevriliyordu. Ağa-i Radavi. Evet bahsini ettiğim İranlı Azeri Hamburg' daki İmam Ali Mosche (camii) cuma imamıydı. Bize otel ayarlayan da kendisiydi. Kazvin şehrinden bir toprak ağasının torunu olan Radavi İran Devrimi' nde etkin rol oynamış İslam devrimcisi, felsefe bilen, dini ilimlerde uzman bir kişiydi. Kendisinden felsefe, mantık, ilahiyat ve daha başka derslerde aldım. Son döneminde Sovyetler Birliğine elçi olarak gönderilen Ayetullah Tabatabai gibi bir dehanın öğrencisiydi Radavi. İlk kitabım olan Radavinin derslerinden oluşan "Ahlak Felsefesi" kitabımı onun yanındayken yazmıştım. En az yüz düzenlemeden sonra basıma hazır olan kitap Almanya' da hala okunan bir kitap olup eğer değiştirilmemişse önsözünde adım geçmektedir. Sene 2000' den hemen sonra...

On bir Eylül olayının cereyan etmesinden sonra Almanya' da tüm dengeler altüst olmuş bizim gibi yabancılar için yaşam daha da zor ve karmaşık hale gelmişti. Sistemin bu denli hızlı ve ezici değişebileceğini hiç kimse tahmin bile edemezdi. Swiss Hotel Hamburg' un yüz metre aşağısında Steindam (Türkler buraya şeytandam derlerdi, eski sexshopların olduğu eğlence merkezi. Hemen Bahnhof - tren istasyonu- yakınında) El Kaida terör örgütünün odaklandığı camii de vardı. Swiss Hotel lobisinde CIA ajanı olduklarından adım gibi emin olduğum kovboy tipleri o dönemde sık sık görüyordum.

Harbug semtinde yüksek okul öğrencisiyken Amerika Birleşik Devletlerine arkadaşlarıyla birlikte giden Ata, bildiğiniz gibi Hamburg' kaynaklı bir teröristti. Alman öğretmeninin gözyaşları içinde verdiği röportaj hala gözlerimin önündedir. Akıl alır gibi değil değil mi? İnsanların neden delirdiğini anlamanız umarım daha kolaylaşmıştır. Genç insanlar, uçağa binecekler ve ikiz kuleleri yere indirecekler. Hangi stratejist veya öngörü adamı, futurist, astrolog tahmin edebilir bunları. İşte o ortamlardan gelmiş bir adamım ben. O kadar çok şey görüp yaşadım ki ancak sorularınızla cevaplayabilirim. Gün gün yazmaya kalkışsam bin cilt kitap olacaktır.  

Eşim sexkolik bir manyaktı. Mahallede yatmadığı sütçü, tüpçü, sucu, bakkal, kamyoncu, ergen kalmamıştı. Geceleri nabzımı kontrol eder, tam uyuduğumu anlayınca sevgililerini teker teker eve alırdı. Bütün bunları sonradan idrak edebiliyorum tabii. En son ayrılmamızda "çocuklar senden değil" dediğinde dünyam değişmişti zaten. Polise şikayet edip "bundan korkuyorum lütfen beni bundan kurtarın" demiş iki polis - biri kadın, biri erkek tarafından "du hast nur fünf minuten - sadece beş dakikan var" uyarısı ile kendimi kapının önünde bulmuştum. Eşyalarımın ne olacağını sorduğumda memur bey "biz kapının önüne atarız, sen sonra gelip alırsın" demişlerdi. Ondan sonra pansiyona geçtim zaten. Yukarda verdiğim şiire konu pansiyonda hayatımın önemli dönemlerinden bir tanesidir.

"Bu derdi ben çeke çeke
Hem canımdan bezer oldum!"

Hamit / Tokat' ın hikayesi ile burada ortaklaşıyoruz. Adamcağız çocukları ve eşi neler yapıyor ve karşılı nasıl oluyor? Lütfen siz de bir biçimde iletişime geçerek yukarda geçen otuz hikaye ile benzeşik yönlerinizi iletin ki kitabımız daha gelişkin olsun. Gerçi göndermez / gönderemezseniz de farketmez neticede yayınlanak kitapta herkes bir şeyler bulacaktır, kendisine dair... Ünal ile askerlikte, Levent ile iri yarılıkta, Hüseyin ile duygusallıkta, Necdet ile deli dolulukta, Abdullah ile saf - arı durulukta, Hüsamettin ile inatta, Doğan ile bir kız sevdim taa ilkokuldaykenlikle, Kadir ile tezcanlılıkta, Abdussamette delikanlılıkla, Mehmet Ali ile satranç sevgimizle, Çerkez ile "uçan kuştan hile sezerim" anlayışımızla, Gökhan ile rapçiliğimizle, Erman ile çalışkanlığımızla, Kamil ile hırsızlığımızla, Hakan ile uzun ince centilmenliğimizle, Merdan ile kabalığımızla, Arif / İstanbul ile şairliğimizle, İbrahim ile sessizliğimizle, Ahmet ile eğlenceciliğimizle, Müjdat ile beyefendiğiliğimizle, Uğur ile sigara tutkumuzla, Mustafa ile hızlılığımızla, Dursun ile zavallılığımızla, Zeki ile kurnazlığımızla, Arif / Tokat ile çaycılığımızla, Muhammet ile sinirliliğimizle, Aziz ile bağımlılıklarımızla, Sait ile çilekeşliğimizle, Hayri ile hırsımızla, Hasret ile yalnızlığımızla, Emine ile askerliğimizle, Fevzi ile ihanet madurluğumuzla ortaklaşıyorduk.

Ahmet Ağabeyi bir daha hiç görmedim. Bir defa telefonla mesaj atarak İstanbul' a atanan kardeşimin ev ve saire işlerinde yardımcı olması için rica bulundum o kadar. Eşinin hayatını kaybettiğini de sonradan öğrendim. Amcamız da daha sonra hayatını kaybetmişti zaten. Boynundan öptüğüm amcam Ahmet Ağabeyin satın aldığı bir üst kat dairede yalnız başına yaşıyor, bakımını gelini sürdürüyordu. Hikayenin bu kısmını kardeşim Ekrem' den öğrenebilirsiniz. Kendisini kitap yapmaya ikna etmeye çalışıyorum tabii önce malulen emekli olması lazım çünkü şimdiki işi oldukça yorucu ve sanata ayıracak fazla vakit kalmıyor kendisine. Sevgili kardeşim Ekrem:

Ailemizin en küçüğü Ekrem, daha yeni yeni konuşmaya başladığı Seydişehir' deki evimizde poşete doldurduğu elbisesini anneme göstererek "ben gidiyom" diyebilecek kadar cesur, Barış Manço hayranı noltaljik, Fenerbahçe delisi, yaşamdan zevk alan, küçük kızı Yağmur' umuz ve Attila eşi Neval' imizle mutlu - mesut olmalarını sonsuz dilediğimiz bir aile babası artık. Elvan' ımız, Hatice' miz de var. Sinanımız, Şevval Sena' mızda. Biz koskocaman bir aileyiz. Bütün hayatım boyunca çektiğim sıkıntılarımda en çok ailemin desteğini buldum. İlk dönemlerde annem "bunun yanına gitmeyeceksiniz, giderseniz hakkımı helal etmem" dese de yıllar yaraları iyileştiriyor. Dışında yüzbinleri bulan kursiyerlerim, binleri bulan face' arkadaşlarım ve sanal ortam takipçilerim mevcut. Okurum olarak sizleri de listeye eklememde bir sakınca yok sanırım. Hepinizi çok seviyorum.




Papa' yla ne diye uğraşıp durduğumu soranlara derim ki: "İnsanlık tarihinin mücadeleleri ve mücadele insanlarına karşı öbeklenen inat yumakları vardır. İşte bu odakların başında papalık rejimi gelir. İsa denen üşütüğün -mesajı dünyaya yaydığınızda geri geleceğim- zırvası ile kendini ifade eden misyonerliği insanlık yararına bir iş gibi sunanlar yalancının önde gidenidirler. Papalık rejimi milyonlarca masum insanın katledilmesinin sorumlusu bir şebekedir. Varlığını günümüzde bütün ihtişamıyla sürdürüyor olabilmesi dahi insanlık adına utanç vesikasıdır".

Tımarhane ve cezaeviyle ne alakası var derseniz -biraz izah edelim o halde:

Delilik tanımlamaları yapılırken en bilinen ve yaygın olanı; insanın zihinsel aktivitesini, zekasını kullanamaması tanımlaması öne çıkar. Bu durumda insan zekasını durduran ve kullanmasını engelleyen şeyler nelerdir sorusu güzel bir soru olacaktır. Yine kendi hikayelerimden devam etmek isterim. Sizlerde bildiğiniz hikayelerle kıyaslayarak sonuca varabilirsiniz. Ülkemizde bir dönem "yeşil kuşak" tabir edilen savunma hattının en temel dayanağı İslamlaştırılmış kitle ile karşı koymak, inanç temelinde yapıları desteklemek, her türlü maddi - manevi destek sağlamak ve komünizm tehlikesini bertaraf etmek en kestirme ve kesin sonuç alacak yol ve yöntem olarak belirlenmiş ve işlevsellik kazandırılmıştı. Bahsi geçen kuşak tüm İslam tabir edilen ülkeler için planlanmış ve yürürlüğe konmuştu. Mısır, Suudi Arabistan gibi ülkeler başı çekerken bizim güzel ülkemiz de ucundan kıyısından bulaşmıştı ve halen de kurtulabilmiş değil bu şeytan tuzağından. Neticede bilindik komünizm tehlikesi bertaraf edildi, imha edildi, yok edildi, kendi elleriyle kendi sistemleri çökertildi fakat kalıntıları bir biçimiyle varlıklarını sürdürmeye devam ediyorlar. Çelişkinin can yakıcı yönü Papalık rejimiyle dindiciliğin örtüşerek yine en az onlar kadar insanlık için tehlikeli ve zararlı komünizme karşı kullanılmış olmalarıdır. Bu durumda aydın sorumluluğu en doğru çözümün peşine düşmek zorundadır. O halde en doğru çözüm nedir?

Gelin biraz gerilere gidelim: Örneğin İsa kimdir, ne yapmıştır, ne miras bırakmıştır ve insanlığı bu denli etkilemesinin sırrı nedir? İmparatorluklara boyun eğdiren bu gücün özünde var olan insanlığın inanca davet edilmesi ve karşıtlarının en acımasız yol ve yöntemlerle imha edilmeleridir. En basit bir soru ile bir erkek nasıl olur da ömrünü bu işlere feda edebilir! Evlenmez, her emri tanrı buyruğu kabul eder ve vaaz ettiği söylemlerinde dışındakileri de buna davet eder, çağırır..?

İsa sahtekârın önde gideniydi. En başta kendi babasının kim olduğunu dahi söylemeyecek kadar büyük bir sahtekardı. İlgili bütün soruları savsaklamış ve aksine insanlara "doğruyu söyleyin" buyruğunu kazımıştır. İnsanlara doğruyu söylemeyi emrederken kendisi söylemeyince insan zihninin devreleri ister istemez yanmıştır. İşte tam da buradan delilik ve tımarhaneler, sonrasında da cezaevleri türemiştir. Gidip bakınız eski - Ortaçağ kiliselerinin tümünün mahzenleri şarap küpleri ve işkence odaları ile doludur. Tüm kiliselerin altı cezaevidir aynı zamanda. Gelin çıkın şimdi bu kutsal bokun içinden...

Son bir yıla yakın Attila vurgusu ile takipçilerimin zihninde açmaya çalıştığım o farklı yol eninde sonunda görünür olacaktır buralarda. Attila insanlık tarihinin Papalık müessesine karşı en açık ve net mücadelesini ilk önce veren çok büyük bir insanlık evladıdır. Türk olduduğumuz için kendisiyle ne kadar gurur duysak azdır.

Hemen burada, bundan yüzlerce yıl önce yaşayıp tarihe adını yazdıran Attila' mızın barbarlığından tutup, istilâcılığına kadar yüzlerce kitap ve onlardan üreyen binlerce hatta milyonlarca karşı duruş görebilirsiniz fakat benim verdiğim ana öz nedeniyle tümü geçersizdir. Benim bahsettiğim savaşlar, kan, istila, ganimet, kavga, itiş - kakış tarihi değil direkt olarak papalık rejimi ile boğuşabilme cesareti ve gücüdür.

Oradan devam edersek Budist budhalara, Dalay Lamalara, İran molla rejimine, Diyanet İblisler Teşkilatlarına, Yeşil Kuşaklara ve daha sıralamaya giren veya girmeyen binlerce şebekeye ulaşabiliriz. Tümünün ortak noktası "inanca davet" ilkeleridir. Pekiyi, inanmış insanlar neden zararlıdırlar?

Her şeye inanabilirsiniz neticede. Japonya' da bir tarikate girip penise tapabilirsiniz. Hindistan' da milyonlarca tanrıdan bir tanrı edinebilir ve ineğe tapabilirsiniz çünkü onun sütü beyazdır ve saflığı temsil eder dolayısıyla bir tanrı olacaksa inek olmalıdır. Sanki başka memelilerin sütleri farklı renktenmiş gibi. Soru sorma beceriniz iyi olmakla birlikte üst üste biriken sorular yanıtsız kalıp birikmeye başlayınca zihninizde işte çöplüğe dönüşen ve insanı delirten kaynağı bulmuşsunuz demektir. Akıl ve Ruh hastalıkları hastenelerinde sorulan ilginç sorular grubundan "Allah' a inanıyor musun, kıyamet gününe inanıyor musun, ahirete inanıyor musun, peşinden birilerinin seni sürekli takip ettiğini düşünüyor musun, kendini üstün görevli sayıyor musun, Mehdi misin, peygamber misin... ne bok olduğunun farkında mısın" gibi sorular vardır ve bu soruların yanıtı bilim çevrelerinde deliliktir. En iyi psikiyatrler ve bilim insanları bu sorunun insanlık tarihinin sorunu olduğunu ve çözümsüzlüğünü kabul edip dururlar.

İşte zurnanın zırt dediği yer, o halde bu belaya nerden bulaştık ve nasıl çözüm üreteceğiz?

En kestirme yol din ADAMLARININ susturulmasıdır. Onlar insanlığı mahveden karanlığın temsilcileridirler. Öyle devasa bütçelere ve yaygınlığa sahiptirler ki hayal bile edemezsiniz. Dünyanın yarısını bizzat yönettikleri gibi korkunç gerçeklerle karşı karşıyayız. Bu düzenlerinin bozulmasına asla razı olmadıkları gibi yine korkular üretip yaygınlaştırarak egemenliklerini sürdürmeye devam ederler. Onların dayanağı "biz insanlara yardım ediyoruz, açları doyuruyoruz, hastaları tedavi ediyoruz, okuma yazma bilmeyenlere okuma yazma öğretiyoruz gibi bir sürü şeydir. Oysa hiçbiri çıkıpta "biz insanları birbirine düşman ederek (şeytani bir görev) ayakta duruyoruz. Tarihin en kanlı savaşlarını biz organize ettik. Bize karşı olanları şeytanlaştırıp cehennemin dibine atarız" filan demiyorlar. Demezler, diyemezler de zaten çünkü bu mekanizmaların en başarılı yönü itirafçılığı bir yandan tövbe ettirip günah çıkartırken diğer yandan kendilerine haram saymalarıdır. Yaman çelişkiler değil mi!

Bir yerde bir girdap varsa eninde sonunda ona kapılacaksınız demektir. Tabi o denizin içinde bir şeyseniz... Sağlam kaleleriniz, korunaklı liman şehirleriniz, techizatlı ordularınız dahi olsa kaleleriniz, limanlarınız, ordularınız bu zihniyet tarafından içten fethedilebilir çünkü ellerinde sonsuz cennet ve cehennem vardır. Hiç kimsenin eline geçiremeyeceği bu gücü ilk keşfeden kimlerdir bilinmez ama tarih boyu ye ye bitmez bir enerji kaynağı olup Yahudiliği evirip çevirip İslam diye bir din uyduran Muhammet bile onun korkusundan ve bahçelerinden, bakirelerinden, meyvelerinden, şarap ırmaklarından kendisini kurtaramamış ümmetinin başını da belaya sokmuştur. En başında kendilerinden başkasını dine kabul etmeyen Yahudiler bu konuda masum olabilirler. Kendi hallerinde, kendi dünyalarında ne halleri varsa görüp yaşayamaktadırlar fakat İsa diye bir üşütük çıkar ve Yahudilerin dinini insanların dinine dönüştürür kendisine inanmayanları da "kafir" ilan eder. Al başına bela. Babası bile belli olmayan bir tanrı ve çarmıha gerilirken feryat eden bir adam. Nasıl kurtulacaksın bu beladan? "O asılmadı ve öldürülmedi de" diyerek tabii. Sonra müezzinleri maaşa bağlayıp günde beş vakit böğürteceksin... Asılmadı, öldürülmediyse ne oldu sorusunu sorduğun zaman dinden çıkabilirsin. Dinden çıktığın zaman yine kendini ebedi - sonsuz cehennemde bulursun ve orada sürekli işkenceye maruz kalırsın Kilise bunu asırlar boyu yapmış ve yüzbinlerce masum insanı - başta kadınlar olmak üzere, şehir meydanlarında diri diri yakmıştır. Kendi kayıtlarını da en mükemmel biçimde yapıp günümüze kadar taşıyan kilise bu kadar vicdansız ve merhametsizdir. Onlar insanlığın başının belası üşütüklerdir. Onlar insanlığı delirttiler.

Bu bataklıktan şimdiye kadar ne çıkan oldu ne kurtulan. Bu bataklık tuzağına düşürdüklerinin leşiyle beslenen bir bataklıktır. İnsan gibi muhteşem bir varlığı delirten de işte budur.


Kitapları satış rekoru kıran ünlü bir yazar, televizyon programlarında her gün yüz gösteren ünlü bir katılımcı, herhangi resmi bir kurum veya kuruluşun mensûbu, gazete veya televizyon sahibi, siyasi bir parti üyesi veya yöneticisi olmayıp tüm faaliyetlerini internet ortamında yaratıp geliştiren sıradan bir yurttaş olduğum için Silivri' de filan değil bildiğiniz kendi memleketinin Çamlıbel Kapalı Cezaevinde öyle 3 ayda 350 konuk filan ağırlamamış ne kütüphane oluşturmuş, ne yazılarını içerderken elle yazmış, ne de ulusal veya uluslarası kurumlara mektup yazıp gelen mektuplara yanıt yazmamıştım.
Ben sıradan âdi bir suçluydum. 
Yazacaklarımın tümünü cezaevindeyken tasarlamış, yazı planımı da arkadaşlarıma göstererek onlardan da destek istemiştim. İçlerinden bir tanesi bile yazar filan değildi. Tümü benim gibi âdi suçlulardı. Onların da öyle uluslararası kurum veya kuruluşlarla filan da bir bağ ve bağlantıları yoktu. Yani ortalığı ayağa kaldıracak ne gücümüz ne çevremiz yoktu. Baronun tarafıma görevlendirdiği avukatım bile gelmedi cezaevi ziyaretime. Anacığım geldi bir kaç defa bir defada kız kardeşim açık ziyaretime geldiler o kadar. Dolayısıyla benden ne casus, ne devlet düşmanı, ne Ergenekon veya FETÖ mâduru olamazdı. Cezaevinden çıkarken de öyle kurtular dolusu eşya filan çıkarmadım. Bir çöp poşetine doldurulmuş bir kaç elbise, bir kaç anı, bir kaç kirli çamaşır... hepitopu
Şimdilerde eserimin (!) çalındığını görüyorum. Sosyetenin sosyete cezaevi mâdurları olduğu gibi "İlk Günler" yazıyor. Daha önce başıma belki milyon defa gelen eserlerimin çalınmasına alışkınım artık. Burası Türkiye. Çalmayanı adam yerine koymazlar. Eser hırsızlığı en büyük hırsızlıktır bana göre çünkü yazdıklarımın tümü doğru, öz, özden, gerçekten ve bana aittir.
Kimsenin yapmadığı, yapmaya cesaret edemediği bir şey daha yaptım ben: Töre şiirleri yazdım. Töre kelimesinin ülkemizde nasıl törpülendiğini, pörsülendiğini hepimiz biliriz. Oysa töre Türk kelimesinin de anası değil midir?

Bin şiir yazdım ve her bir şiirimde törenin bir maddesini işledim. Onları da çaldılar. Evirip çevirip kendilerine benzettiler. Hiçbirine hakkımı helal etmem mümkün değil. Önceleri yazdığım şiirlerimi bastırmak istedim. Hiç kimse ilgi göstermedi çünkü anlamıyorlardı. Çocuksu saflıkta ve bazısına göre çok acemi şiirlerdi. Fakat ben her birinde yüz adet olmak üzere on kitapta topladığım şiirlerimi:

Semaha Şiir
Şiirle Semah
Kayıp Kitap
Bu Mu Dünya
Yedinci Kitap
Hikmet Damlaları
Diziler
Sanata İzin
Sade Yazılar
Dışardan

Olmak üzere on site oluşturarak tümünü yayınladım ve bildiğim kadarıyla 400.000 dağıtım adedine ulaşan başka kitap olmamıştır ülkemizde. Tümünün e-mail adresleri databankımda halen durmaktadır.
Demem o ki: "Dışardan görüldüğü ve tasarlandığı gibi değildir çoğu şey. Birileri bize bir şeyler sunar. Sunduklarının gerçek olduğu konusunda ısrar ederler. O kadar yoğun söylerler ki yalanlarını Dikdatörlerin propaganda borazanları gibi gün gelir ülkenin tümünü ele geçirirler fakat oluşturdukları şeyler koskocaman bir yalandan başka bir şey değildir. Biz töre yazarları bundan önce binlerce yıl sözlü gelenek vasıtasıyla aktardık töremizi. Şimdi ben bir ilki gerçekleştiriyor ve töreyi yine kendi gizi içinde bozup dağıtmadan eklemeler ve temellendirmelerle güncelliyorum.




Sürekli İnvega6 kullanan bir devlet düşmanı olarak ilacın bilgilerini okuduğunuzda dehşete kapılırsınız önce; şizofrenlikten başlayan ve şeker hastalarının ölümüne neden olabileceğinden bahsedilir. Sevgili doktorumun yüzlerce hastasından - danışanından biri olarak birilerin umurunda olmasam bile beni önemseyen bazılarının da olduğu kesin. Sevgili Neval' imizle düzenli telefon konuşmalarımın bile çömez devlet memurları tarafından dinlendiğini görünce şizofreniniz artar.
FETÖ ajanları tarafından da dinleşmişti telefonlarım. 2011' de yayınlanan beş bin küşur kişilik telefonları dinlenenler listesinde de adım ve telefon numaram vardı. Üniversite yıllarımda da öğrenci gösterilerine önderlik etmiş hak arayışlarına katılmıştım. O dönem başörtüsü eylemleri vardı ve bana göre her ne olursa olsun özellikle bir kadın nasıl istiyorsa öyle giyinip kuşanabilmeliydi.
Sonraları başörtüsünü tam bir istismar aracına çevirip başta İran İblisler Devleti müesses nizamının kurucuları arasında yer alan Zeynep Burucerdi gibiler bizzat devletleri tarafından lanetlenmiş, devlet karşıtı, devrim düşmanı ilan edilmişlerdi. Çelişkiler yumağından çıkaracağımız ders şudur: Devlet denilen nizam bugün onları kullanır ertesi gün bir başkalarını neticede dönen çarklar istikametinde dönmeye devam edecektir.
Davalar sürecimin odağında yer alan ki bunu kendim kasıtlı buraya sürüklemişimdir, laiklik - sekülerizm meselesi coğrafyamızın en temel ve kritik meselesidir. İran İblisler Devleti yöneticilerinin ısrarla "laik düşüncelileri sakın ha devlet nizamına yaklaştırmayın" ilkesi ile bizim devletimizin altı okundan en temel ilkesi laiklik taban tabana zıt iki farklı devlet işleyişi  arzeder.
Benim için çok basit bir analizken yeni okurlar için şaşılacak ve anlaşılması oldukça zor gibi görünen öncesinde İkinci Dünya Savaşı sonrası daha bir çıkmaza dönen komünizm ile savaş ve onun da öncesinde felsefenin dumura uğratılıp insanlığın kaosa itilmesinin çözümünü yine laiklik temelinde bulurum. Ülke zeka seviyemizin 85 civarında durdurulduğunu dikkate alırsak laikliğin ezberletilmesi sorunu çözmemektedir. Ek olarak bir şeyler eklenmek ve açığa çıkarılmak zorundadır. Nominalizm ile kendini güçlendiren laiklik bugün eski gücünü yitirmiştir malesef. Yeniden felsefeye ihtiyacımızın olduğu açıktır. Dehşet dengesi denen yerde takılıp kalan ilerlemenin dünyanın bir kısmına bir türlü girememesinin nedeni de budur. CERN ve benzeri labaratuar alanlarda ulusların ulus kimliklerinden sıyrılarak SADECE bilim insanı kimlikleriyle çalışabilmeleri örnek bir durum içerir. Bu ortaklığın tüm dünyaya direk yayılabilmesi ise günümüz koşullarında neredeyse imkansızdır. Aşiret birlikteliklerine gelip dayanan ilkellik insanlığı tehdit etmektedir. Hiçbir şeyi olmayanların kan, ırk, aşiret, boy pos gibi zaten var olana sarılmaları şaşkınlıkları artırmakta ve yine zaten var olan zenginliklerin üzerine çöreklenebilme yetenekleri tehdidi yaygınlaştırmaktadır. Taa en başından beri evrensel hukukun miras hukuku bölümü senyörler - junyörler düzeninin aşiret kalıtımından aslında bir farkı yoktur. Burada ilerlemeyi kimlerin nasıl temsil ettikleri önemlidir. Kendinizi bazen labaratuar faresi gibi hissetmenizin nedeni de budur. Başta belirttiğim iflas eden devlet nizamının zora dayalı ayakta tutulma çabasında tabii ki savaş çıkacaktır ve çıkmaktadır da. Savaşın çıktığı yerin kaynağı da yine gayrimeşrudur. Yani hemen karşınıza yine çıkılmaz sokağı çıkar. Pardoxun bu bölümünü aşabilmek için dehâya - dehâlara ihtiyaç vardır ve insanlık her döneminde o dehâlarını nasıl edip edip çıkarmıştır. İlerlemenin ön koşullarından biri de belki budur.
İnsanların tamamının ilerlemenin askeri - çalışanı olması istenemez ve beklenemez gerçeğinden büyük çoğunluğun meşgul edilmesi gerçeği de çıkar. Daha önceki bir yazımda "Çömez Kürşat nerden bilsin benim kim olduğumu, amiri emir verir ve Kürşat peşime takılır, işi bu olur, gece gündüz - mesaisini benimle tamamlar ve Çömez Kürşatlar devlet disiplini tarafından çok rahat bulunan elemanlardır çünkü ilkel devlet kapısında iş kuyruğuna girecek milyonlar hazır beklemektedirler" demiştim.
Tıkanıklığın nedeni üretim arzusu ile çelişen kanunların istismar edilebilmesidir. Devlet mekanizmasında bir tanıdık, dost, ahbap edinen kendi gemisini kolaylıkla yürütebilmekte. Tokat' ımızın baş belası bir milletvekili Adliye basabilmekte ve Başsavcı tehdi edebilmektedir. Tehdidin ötesinde mülki amirlerin amiri Tokat Valisi bile bir telefonla kendini Mardin' de bulabilir. İşte zurnanın zırt dediği yer; birileri bir yerde İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi hazırlayıp imzaladıklarında bunun tüm dünyayı etkileyeceği açıktır. Bizdeki demokrasi anlayışının istismar edilerek sandığa dönüşmesi ve neticede sandıktaki oyların da çalınabilmesi etkin / etken değil edilgen / edilen ilkel devlet tarafından yönetildiğimizin kanıtıdır. Mâdem inanmıyor ve katılmıyorsanız kendi inandıklarınızı açıklıkla söylemelisiniz belki sizin söyleyeceklerinizden bir doğruya ulaşılabilir!
Geçen gün paylaşımlarımdan bir tanesinde "Bir öğrencimiz için laptop desteğiniz olabilir mi" paylaşmış ve bir tek arkadaşımdan 100 TL sözü almış diğerlerinin hiçbirinden yanıt dahi alamamıştım. 100 TL vaadeden arkadaşımında sözünü tutmadığındandevam edersek sömürge toplum olmanın nimetlerinden alabildiğine istifade ettiğimizi söyleyebiliriz. Dünya üretiminin % 25' ini tek başına gerçekleştiren Amerika Birleşik Devletleri tabii ki dünya lideridir ve lider kalmaya da devam edecektir çünkü yardım kuruluşlarının yardımlarında da liderdir bu ülke.
Kurgularımızı düzenlerken kimine göre değil kendimize göre kurguladığımızda başarıya ulaşmamız daha netleşecektir. Örnek olay ve o örnek olayların içindeki örnek kişilerden evrensel değerlere ulaşabilmeniz kolaylaşır. Bir ressamın günün birinde atölyesinde veya evinin balkonunda veya arazide bir yerlerde vurduğu bir fırça darbesi ve kullandığı renk veya ton size fikir verebilir. Fikir alabilmeniz için iyi bir takipçi olmak zorunluğu gibi bir zorunluğa ihtiyacınız vadır. Dışındakilerin tümü mistik hezeyanlar sınıfına girecektir. Günümüzde milyarlarca insanın günlük hatta anlık davranış ve eylemleri dahi gözlem altında tutulabilmekte kayıt altına alınabilmektedir. Analizcilerin uzmanlaştığı alan ise tam da bu süreç takibi dediğimiz alandır. Kendinizi birer süreç takipçisi olarak yetiştirdiğinizde gelecek öngörüleriniz de güçlenecek ve zevk almaya başlayacaksınız!
 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol